Ben yağmur sevmem, hem de hiç. Hani hiç yağmazsa, yaratacağı kuraklık bana yansıyana kadar kulak tıkarım tüm uyarılara, “oh ne güzel de güneş açtı” derim de çıkarım işin içinden, hatta bu kış o kadar az yağmur yağdı ve biz hiç olmadık anlarda Ankara’da öyle sıcak havalar yaşadık ki, herkes şikayetçiyken ben, “böyle de iyiyim” diyordum. Neyse, bu kadar uzun uzun yağmurdan bahsetmemin sebebini anlamış olmalısınız. Floransa’ya gidiyoruz ve hava yağmurlu. Tam da otelden çıkacakken hızlandı yağmur hem de.
“Sen Akdeniz ülkesisin” diyorum içimden, “Eylül ayında böyle yağmurlu olmamalısın…”
Dışarı çıkmak üzereyiz ve ben yağmurdan nefret ediyorum. Otobüse biniyoruz, ıslanıyorum ve ben yağmurdan daha da nefret ediyorum. Otobüs Floransa’nın tarihi şehir merkezine olabildiğince yakın bir yerde indiriyor bizi ve daha otobüsten iner inmez etrafımızı yağmurluk satan insanlar sarıyor. Şemsiye taşımak istemiyorum, yanımda yağmurluğum da yok. Pazarlıkla en fazla 2 Euro’ya kadar düşebiliyoruz ve o naylon yağmurluklardan geçiriyorum üstüme.
İlk durağımız Duomo!
Bulunduğu alanda günün hiçbir anında gerçekmiş gibi durmuyor burası, akşam geliyorsunuz, o ışıkların altında sanki bir yansıma. Gündüz bakıyorsunuz, bu desenler, bu görkem gerçek olamayacak kadar güzel. 1296 yılında başlanıyor yapımına, 150 yıla yakın zaman sürüyor inşaa edilmesi.
Üzerindeki herbir işlemenin, kabartmanın, heykelin ayrı bir anlamı var. Bir de burası için sipariş edilmiş bir heykel var, bu heykelin kopyasını görmek için ilerleyelim öyleyse, Signoria Meydanı’na gidiyoruz.
Burada, Floransa’daki iki Davud Heykeli kopyasından biri var. Heykelin aslı Galleria dell’Academia’da bulunuyor. Heykel aslen Duomo’nun tepesine yerleştirilmek için sipariş ediliyor Michelangelo’ya. Nitekim bir süre oradan seyrediyor Floransa’yı, fakat sonrasında Signoria Meydanı’na koyuluyor. Çok geçmeden özgürlüklerin sembolü haline geliyor bu heykel Medici ailesine karşı. Medici ailesi Floransa’ya döndüğünde bu heykele dokunmuyor, sebepleri muhtelif. “Halkın gazını almak için” diyenler var, “Michelangelo onların yetiştirmesi idi, o yüzden dokunmadılar” diyenler var ve bir de, “buyrun David sizin olsun” diyip hemen aynı meydanda bulunan diğer heykellere atıf yaparak Medici ailesinin o heykellerle gerekli mesajı verdiğini söyleyenler var. O heykellerde tecavüz edilen bir kadın, kafası koparılmış adamlar gibi tehditsel içerikler gözleniyor.
Medici ailesine değinelim çok yüzeysel olarak. bu aile önemli bir süre Floransa’nın yönetiminde söz sahibi oluyorlar. Papaya bankerleri olacak kadar sıkı sıkıya bağlılar. Bir süre sonra ise Floransa yönetimine doğrudan geçiyor Medici ailesi, en güçlü üyeleri Lorenzo’nun ölümünün ardından ise iflasa sürüklenip şehri terk ediyorlar. Zaman geçiyor, Lorenzo’nun torunu Alessandro Medici, Floransa’nın dükü oluyor İmparatorun kızı ile evlenerek ve bundan 7 yıl sonra Cosimo I Floransa’da gücü ele geçiriyor ve Floransa bir kez daha Medici kontrolüne giriyor.
Bu meydandan Vecciho Köprüsü’ne doğru ilerlerken Uffizi Müzesi’nden geçeceksiniz. Burası “ofisler” anlamına geliyor ve Medici ailesinin de kullandığı bir bina. 1993’te mafya burada bir bomba patlatıyor, bunun anısına halen binanın arka tarafında bir zeytin ağacı dikili.
Uffizi’den nehir kıyısına doğru devam ettiğinizde karşınıza Vecciho Köprüsü çıkacak. Burada geleneksel olarak yalnızca kuyumcular var, 16. yüzyıldan beri. Öncesinde burada bulunan dükkanlardan yükselen kötü kokulardan rahatsız olan Mediciler’in ofislerine gidip gelirken bu köprüyü kullanmaları sebebiyle köprüdeki düzeni değiştirtmeleri ve kuyumcuların açılması bunda etkili oluyor.
Köprüyü de gezdikten sonra pizza zamanı. Tüm İtalya gezimiz süresince yediğimiz en güzel pizzayı yeme zamanı, şimdilik bir tek ben yiyorum. Henüz pizzaya doymadığımdan, karnım çok acıkmamış da olsa her fırsatı değerlendiriyorum.
Şu gördüğünüz sucuklu pizza, işte bu pizza beni kendine bağlıyor. Floransa’dan ayrılana kadar 2 kez daha yiyeceğim bu pizzadan.
Pizza yedikten sonra Republicca Meydanı’na yöneliyoruz, meydanda bulunan sokak sanatçılarını biraz izliyoruz. Bu arada söylemeyi unuttum, ama Duomo’dan ayrıldıktan sonra yağmur durdu, mutluyum!
Ardından benim biraz yalnız kalma isteğim var, görmek istediğim yerler var, annemler yoruldular. Ayrılıyoruz. Onlar bir yere gidip oturuyorlar, ben öncelikle açık havada bulunan pazar yerini geziyor, kendime bir Vecciho Köprüsü biblosu alıyorum ve ardından istikamet Galleria dell’Academia. David’i göreceğim.
Müzeye giriş için epey uzun süre beklemeniz gerekebiliyor, ben kapanışa yakın bir anda gittiğimden yarım saat bekleyişle içeri girebiliyorum. Herkesi bir anda içeri almıyorlar, o yüzden sıra sürekli ilerlemiyor. Fakat içeri girdikten sonra istediğiniz kadar orada oyalanabiliyorsunuz.
Gerçek şu ki içeri giren hiç kimse diğer sergilenen eserlerle ilgilenmiyor, doğrudan David’e gidip, onun önünde vakit geçiriyorlar. Londra Ulusal Müzesi ile ilgili çıkan bir tartışma var, belki duymuşsunuzdur. Bu müze uzun zaman sonra kurallarını gevşeterek içeride fotoğraf çekimini serbest bıraktı. İnsanlar şimdi eserlerle selfie bile çektiriyorlarmış. Aynı durum David’in bulunduğu müze için de geçerli, artık fotoğraf çekmek serbest ve “David ile selfie” çektiren insanlar da çoğunlukta. Artık herkes selfie çekiyor.
Müzede ben de diğer insanlar gibi doğrudan David’e gidiyor, fakat başında kırk dakikaya yakın zaman geçiriyorum. Muhteşem bir heykel, orijinalini görünce neden bu ünü kazandığını daha da iyi anlıyorsunuz. Bu heykelin aslı kesinlikle tüm replikalarından daha etkileyici.
Müzeden çıktıktan sonra artık akşam yemeği vakti. Benim isteğim bistecca yemek ve bunu Floransalıların yaptıkları gibi yapmak. Bistecca parça et, yerel halk genel olarak az pişmiş olarak tüketiyor. Ben de aynısını yapmak istiyorum, ama pişman oluyorum. Etimin yarısından çoğu kalıyor, benim çiğneme sınırlarımın dışında bu.
Yemekten sonra bir süre restaurantın bulunduğu caddede bir jazz festivalinin tanıtımını yapan müzik grubunu dinliyor ve otelimize dönüyoruz.
Ertesi sabah saat 10.30 trenine binerek Pisa’ya gidiyoruz. Bu güzel şehir sadece o eğik kuleden oluşmuyor aslında. Sokak aralarında görülecek çok şey var, kulenin olduğu alan gerçekten etkileyici ve güzel, ama diğer yerlerine haksızlık etmemek gerek. Tren istasyonundan kuleye yürümemizi saymazsanız maalesef biz de aynı haksızlığı yapacağız, çünkü vaktimiz kısıtlı.
Kulenin olduğu meydanda, büyük bir kitle görüyorsunuz. Hepsi boşluğu ittiriyor. Hani durumdan haberdar olmayan biri görse, bu insanlar ne yapıyor diye şaşırır. Amaç kuleyi itiyormuş gibi gözüken fotoğraflar çekmek. Çöp kutularına, direklere tırmananlar, (e, biz dahil…) uygun açıyı bulmak için meydanın her yerinde poz vermeye çalışanlar…
Hani kolay bir şey zannetmeyin çok, biraz vakit alıyor doğru fotoğrafı çekebilmeniz. Biz de kalabalık bir grupsanız, herkes birbirinin fotoğrafını çekene kadar epey bekliyorsunuz. Lonely Planet’in deyimiyle, tüm ününü bu fecaat ile sonuçlanan mimari projeden alan bu şehirde bu eğik kulenin eğilimi 93’te durdurulmuş tehlikeli boyutlara ulaşınca. Meydanda bir katedral de bulunuyor.
Biz de alnımızın akıyla kuleyi düzelttikten, sırtladıktan ve bilimum şaklabanlıkları sergiledikten sonra meydanda bir restauranta oturup makarna yiyoruz. Saat öğleni geçti. Trene binip Lucca’ya gitme planlarımız var. Annem diyor ki, “ya, biz kuleyle fotoğraf çektirelim derken meydanda ne var ne yok göremedik ki, gelin şöyle biraz dolaşalım…”
E, haklı!
Meydanı dolaşıyor, etrafı inceliyoruz biraz ve sonrasında tekrar tren istasyonuna yürüyoruz. Lucca treni geliyor ve biniyoruz. Yolda şöyle bir fikir çıkıyor: “Floransa’da Michalengelo Tepesi’ne günbatımına yetişebilir miyiz?”
Neden olmasın?
Lucca’da iniyoruz ve bize adeta ortaçağ’ı yaşatan bu şehrin sokaklarını inanılmaz bir hızla dolaşıyoruz. Şehre asıl ününü veren Amfitiyatro Meydanı denilen meydan. Bu meydan zamanında gerçekten de bir amfitiyatroymuş ve onun üstüne inşaa edilmiş, tiyatronun kalıntıları hala yer yer görülebiliyor.
Lucca gerçekten çok güzel bir şehir. İtalya’ya bir de bu güzel küçük şehirleri gezmeye, hatta bu şehirlerde kalmaya gelmeli. Biz şimdi büyük üçlemeyi tamamlamaya çalışıyoruz. Lucca piyangodan çıktı, iyi ki gelmişiz, ama hani sorsanız gördüklerimizin çok da akılda kalıcı olduğu söylenemez.
Lucca’dan hemen trene binip Floransa’ya doğru yola çıkıyoruz. Vardıktan sonra bir otobüse biniyoruz, günbatımına az kaldı, ama yolumuz kısa. Fakat otobüs tüm Floransa’yı dolaşmaya karar vermiş, önce nehir boyunca olabildiğince uzaklaşıyoruz Michalengelo Tepesi’nden, güneş yüzünü son kez gösterdikten iki dakika sonra falan biz tepede oluyoruz ancak. Günbatımını kaçırdık, ama manzara yine de soluk kesici.
Ah, iyi ki gelmişiz. Hava iyice kararıp, ışıklar yanana kadar oyalanıyoruz ve sonrasında yürüyerek şehir merkezine iniyoruz.
Floransa’yı abartmıyorlarmış meğer, ben yine her fazlasıyla popüler olmuş yere olduğu gibi önyargıyla yaklaşmışım. Roma’yı gölgede bıraktığından biraz kıskanmışım. Roma’nın yeri hala ayrı, ama Floransa da tüm abartıları hak ediyormuş meğerse.
Gidip akşam karanlığında Duomo’yu izleyeceğim biraz şimdi izninizle, ayrıca pizzalarım ile randevum var. Venedik’te görüşmek üzere.
Nasıl Giderim?
Floransa’ya Türkiye’den doğrudan uçuş yok, fakat Roma’ya olan uçuşlar ile Floransa’ya ulaşmak oldukça kolay. Roma’dan Floransa’ya sık aralıklarla otobüs ve tren seferleri düzenleniyor. Pisa’ya Türk Hava Yolları, İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan direkt uçuyor. Başka bir uçuş ile İtalya’ya gelenler ise Pisa’yı Floransa’dan kalkan trenlerle günübirlik ziyaretlerle bile görebilirsiniz.
Leave a reply