Salute Italia – 4 : Venedik

Venedik’e giderken aslında ben, çocukluk hayallerime gidiyorum bir yandan da. Hani her çocuk gibi, görmek istediğim bazı şehirler vardı, hepsi de yurtdışında. Çocuktuk, Türkiye’deki şehirlerin hepsini aynı zannederdik o zaman. Ben de Paris’i görmek isterdim, Londra’yı, belki biraz Amsterdam’ı, ama en çok da Venedik’i. Kanallardan kurulu bir şehir sığmazdı hayalgücüme, gidip yerinde görmek isterdim o yüzden.

İşte otobüsümüz yanaşırken Mestre’deki limana, ben artık bir adım uzağındaydım çocukluğumdaki düşümün. Burada bir vaporetto ayarlamış tur şirketi, yaklaşık 40-45 dakikalık bir yolculukla varacağız Venedik’e.

Vaporettoya biner binmez tüm grup içeri doluştu nedense. Bir ben kaldım “güvertede”, yüzümü verdim vaporettonun rüzgarına, değmeyin keyfime. Seyrede seyrede vardık Venedik’e. İlk durağımız Dükler Sarayı. Yedi yüzyıla yakın zaman Venedik Hükümeti’ne ev sahipliği yapmış bu saray, aynı zamanda bir hapishane. Ünlü “iç çekiş köprüsü” de burada, idama giden mahkumların hayata son kez baktıkları yer. Ve buradan kurtulan tek kişi var: Casanova!

Saraydan sonra istikamet San Marco! Hava biraz yağmurlu ve meydanı su basmış. Bir yandan ortalıkta suya dayanıklı çizmeler satılırken, öte yandan insanlar ayakkabılarını çıkarıp dalıyor suyun içine. Ben işte bunu yapmalıyım! Ama… Turda kimse böyle bir şeye yanaşmıyor ve biz meydanın arka sokaklarından dolanarak Rialto’ya doğru ilerliyoruz. Venedik’in ve Büyük Kanal’ın en görkemli köprüsü. Öyle, ama bence en güzeli değil. Sokaklarda rastgele dolaşırken karşınıza çıkan irili ufaklı çok daha sevimli ve güzel köprüler göreceksiniz.

Bir dilim de pizza yiyoruz, zaten Venedik’e geç vardık ve tur da birkaç saati yeterli görmüş durumda, bir gondol turu yapacağız. Gondol turlarının fiyatı belediye tarafından belirlenmiş, 80 Euro veriyorsunuz bir gondola ve bunu 6 kişi bölüşebiliyorsunuz en fazla. Eğer gece binmek isterseniz 100 Euro’yu gözden çıkarmanız gerekiyor toplam ücret olarak.

Bu gondol turları yarım saat sürüyor ve tamamen turistik bir faaliyet haline gelmiş sanki. Tamam, kanalların arasında dolaşmak güzel gondolla, fakat yarım saatte gidebildiğiniz mesafe birkaç adımdan ötesi değil sanki. Yani hiçbir yere gidemeden varış durağına geliyorsunuz o ağırlıkla. Sizde kalan anısı, “bindik ve indik” oluyor, daha ötesi değil maalesef.

Gondoldan da indikten sonra dönüşe geçmek için bir saatimiz kaldı. Biz de Venedik’te yapılacak en güzel şeyi yapıyoruz, sokaklara rastgele girip çıkmaya başlıyoruz. Venedik’te sokaklarda kaybolun, hiç çekinmeyin. Tam, “galiba fazla kaybolduk” dediğiniz anda karşınıza sarı renkli tabelalar çıkacak ve bunlar size ya San Marco’yu, ya Rialto’yu gösteriyor olacak. Hiç çekinmeyin. Rastgele girin çıkın. Bir an gelecek karşınıza bir kanal çıkacak, daha öteye gidemeyeceksiniz. Bir an gelecek, ufacık bir köprü göreceksiniz. Bunları kaçırmayın.

Vaporettodan indiğimiz yerde grubun kalanıyla buluşup, tekrar binerek vaporettomuza, Mestre’ye gidiyoruz. Otelimiz başka bir şehirde. Noventa di Piave’ye yakın bir köyde. Akşam yemeğimizi orada bulunan muhteşem bir restaurantta yiyeceğiz: Pizzeria Cin Cin!

Ola ki Venedik’te gittiğinizde bu köyde kalırsanız, mutlaka burada yemelisiniz yemeğinizi.

Ertesi gün…

Tur Slovenya’ya gidiyor, ama ben bu güzel ülkeyi tek güne sığdırma haksızlığını yapmayacağım. Annemle bizim istikametimiz tekrar Venedik. Öncelikle otelden taksiye binip tren istasyonuna gidiyoruz ve sonra trenle Venedik’e.

Trenden indiğimizde 1 numaralı Vaporetto’ya biniyoruz. Bu vaporettonun özelliği Büyük Kanal’ı boydan boya geçiyor oluşu. Böylece yaya olarak yürüyemediğiniz yerlerde bulunan sarayları, evleri, binaları görebiliyorsunuz. Şansımıza vaporetto da boş, en öne kuruluyoruz!

Bu yol yaklaşık 1 saat sürüyor. (Yürüyerek daha çabuk gidebilirsiniz, ama yapmayın!)

1 saatin ardından San Marco’ya iniyoruz, bugün meydan kuru. Öyleyse ben yıllar süren hasretimi giderebilirim. Güvercinlerle kucaklaşma zamanı. Kaç şehirde denedim, gene de o güvercinleri etrafımda toplamayı, uçurmayı başaramadım. Fakat bu San Marco’nun arsız güvercinlerini bir parça bisküviyle kolayca kandırıyorum. Hatta öyle ki, bisküvi bitmesine rağmen inmiyor biri omzumdan.

Güvercinlerle hasret giderdikten sonra bir kez daha Rialto’ya gidiyoruz. Hedefim bir maske almak. Rialto’dan karşı kıyıya geçiyorum.

Orada istediğim maskeyi (elbette orijinali değil, zira fiyatlar çok yüksek) 10 Euro’ya alıyorum. Nitekim, kullanmak yerine saklayacağım bir şey olduğu için şimdilik bana yetiyor. Belki ileride, orijinal parçalardan, o muhteşem sanat eserlerinden alırım. Şimdilik odama kurduğum seyahat rafıma bu maske de çok yakışacak.

Rialto’ya karşı bir kahve içiyoruz ardından kanal kenarında. Burano’ya gitmek istiyorum ben aslında, ama hem o kadar vakit yok, hem de annem tekne yolculuğundan biraz çekiniyor, sarsılacak diye. Herkes, “bir şey olmaz, sallamıyor bile…” dese de, dün Mestre’den gelirken bile etkilendi biraz. O yüzden Burano’dan vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Öyleyse San Marco’ya dönüp kuleye çıkalım, Venedik’e bir de kuş bakışı bakalım.

Ah! San Marco’yu yine su basmış. Öyleyse bu kez ayakkabılar fora. Meydanı yalınayak geçiyoruz ve kuleye ulaşıyoruz. Laf aramızda giderken ben birkaç güvercinle daha haşır neşir oluyorum.

Kule için meydanı su basmış olması sebebiyle mahşeri bir sıra yok, yaklaşık yirmi dakikada girebiliyoruz içeri. Asansörle çıkıyoruz yukarı.

Venedik yukarıdan çok güzel. Keşke daha da yüksekte olabilsek de, kanalları da kuş bakışı seyredebilsek. Bu haliyle de güzel. Olsun…

Ufukta Akdeniz’in bizzat kendisi gözüküyor, Lido’nun öbür tarafında.

Ve benim kuleden inesim gelmiyor, belki bir saate yakın seyrediyorum Venedik’i tepeden. Sonra akşam yemeğine gitmemiz gerek ki trene binip köyümüze dönelim. Bir önceki gün kaybolmamız esnasında, San Marco’ya çıkmamıza çok kısa bir süre kala, kanal kenarında bir restaurant görüp çok sevmiştik. Sokağın adını not almıştım ben, orayı bulmak maksadıyla haritayı açıyorum ve aynı isimde 3 sokak var. Bizimkinin yerini az biraz tahmin edebildiğimiz için, oraya yöneliyor ve biraz da içgüdülerimizle buluyoruz restaurantı. Normal yemeklerin fiyatları epey tuzlu, ama menü seçeneğiniz var. Menüde, bir ana yemek, bir başlangıç, bir salata ve bir de tatlı var. Biz bir de yanına bira söylüyoruz. Benim seçtiğim başlangıç, tamamen bilinçsizce mürekkep balıklı makarna oluyor. Gelince hafiften bir şaşırmıyor değilim, ama seyahatlerde yeni lezzetlere epey açık olduğumdan bozuntuya vermeden yemeye başlıyorum. Rengi rahatsız ediyor tabii biraz, ama lezzeti yerinde. İnsanlar pek alışık olmasalar gerek ki, gelen geçen makarnama bakıyor.

Ana yemek olarak da kalamar… Hayatımın yemeği sanırım, her gün yesem bıkmam.

Çok güzeldi yemeğimiz, lezzeti de, yeri de, baktığımız ortam da. Uzun uzun oturuyoruz orada ve havanın kararmasına bir saat kadar kala yola çıkıyoruz. Tekrar 1 numaralı vaporettoya biniyoruz tren istasyonuna gitmek için. Gittiğimiz yön tam güneşe karşı, harika bir gün batımı seyretme imkanımız oluyor böylece.

Tren istasyonuna varınca öğreniyoruz ki, otelimizin olduğu yere giden son treni yakalamışız. İyi ki gelmişiz kısacası, iyi ki bir de Venedik’in gecesini görelim dememişiz. Tabii benim hatam, trenin saatine bakmamak ve kendimce, “nasılsa vardır geç vakit de tren…” diye düşünmek.

Neyse, son trene biniyor ve otelimize gidiyoruz. İtalya gezimiz arka kalıyor böylece. Dedim ya, çok hevesle gelmedim. Fakat, ben bu güzel ülkeyi çok sevdim. Açıkçası insanlarında bir Yunanistan sıcaklığını göremedim, Akdeniz denildiğinde daha farklı bir şey beklediğimden belki, ama ülkenin kendisi yeterli sıcaklığı yaydı içime.

İtalya’ya tabii ki bir daha geleceğim. Görülecek çok yeri var. En çok da Roma için döneceğim sanırım bu güzel ülkeye. E madem öyle, söyleyelim, ben İtalya’ya da aşık oldum.

Hoşçakal İtalya şimdilik, bir kez daha görüşene kadar…

Arrivederci!

Nasıl Giderim? 

Türk Hava Yolları, İstanbul’da her iki havaalanından da Venedik’e doğrudan uçuyor.

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *