On Dört Günde Balkanlar 3 – Dubrovnik

Kotor’dan sabah saat 08.30 otobüsü ile Dubrovnik’e doğru yola çıktık. Tüm Balkan seyahatimiz boyunca, en çok sorgulandığımız sınır geçişi Hırvatistan oldu. Sorgu dediysem, klasik sorulardan bahsediyorum: “Neden geldin, nereye gidiyorsun, nerede kalacaksın, kaç gün kalacaksın” ve bugüne kadar ilk kez duyduğum “ne kadar paran var” sorularını cevapladıktan sonra, sınırdan vizesiz geçtik, fakat Hırvatistan Avrupa Birliği’ne girdiği için artık Türkiye’ye vize uygulamaya başladı, ayrıca Schengen vizeniz ile de Hırvatistan’a girebiliyorsunuz.

Sınırdan geçtikten sonra, Avrupa Birliği hazırlıklarıyla da ilgili olsa gerek, sınır yolunun iyileştirilmesi söz konusuydu, dolayısıyla yolu biraz ağır geçtik, inşaat henüz devam ediyordu. Havaalanını da geçtikten epey bir sonra vardır Dubrovnik’e, ilk olarak tepeden, otobüsün camından gördük. Otobüsün klimasından olsa gerek, “burada hava güzel sanki” diye geçirdim aklımdan, “pek sıcak durmuyor.” Benim vardır böyle uydurmalarım, “hava sıcak gözükmüyor”, “deniz soğuk durmuyor” ya da “deniz çok soğuk gözüküyor.”

Hırvatistan’ın para birimi Kuna ve genel olarak şöyle söyleyebilirim: Dubrovnik’te kur daha farklı uygulanıyor. Dubrovnik Otogar’ında bir miktar paramızı otobüs bileti almak için bozdurduk, 1 Euro, 7.05 kuna idi. Eski şehire girdiğimizde ise 1 Euro’yu 7.23 kuna üzerinden bozdurduk. İşin doğrusu ise eğer üç günde Euro uçup yükselmediyse, Zagreb’de 7.51 kuna üzerinden bozdurduk paramızı en nihayetinde. (Split ise 1 Euro – 7.35 kuna idi.)

Dubrovnik Otogar’a indikten sonra, şehiriçi ulaşımı sağlayan otobüslerinden birine bindik, şoföre ineceğimiz durağı İngilizce olarak söyledim, “tamam” dedi, fakat nihayetinde gördük ki aslında anlamamış. Ring yapan bu otobüsle son durağa kadar gidip, son duraktan tekrar binmek zorunda kaldık. Nihayetinde istediğimiz noktaya vardık ve Apartments Panorama isimli pansiyonumuza yerleştik.

Pansiyon, Dubrovnik’e tepeden bakan bir noktadaydı, geceliği 2 kişilik ortak banyolu özel odada 20 Euro idi. Hava hala sıcak gelmiyor bana, çünkü otelin balkonu da yeterince esiyordu.

Nihayetinde otele yerleştikten sonra çıktık ve yürüyerek eski şehire on dakika gibi bir sürede indik. İşte o iniş sırasında, kavurucu sıcak başladı. Bence, abartmadan söylüyorum, sıcaklık 50 derecenin üstündeydi o gün. Gezmek imkansız, yürümek imkansız, nefes almak imkansız… Hayatımda hiç görmediğim bir sıcaktı o hava.

Eski şehire girer girmez de anladık ki zaten bu şehir tamamen paralı turiste yönelmiş, bir önceki yazıda bahsettiğim Jose’nin söylediği gibi gösterişi seven bir şehir var karşımızda. Ben Dubrovnik’ten, sanırım tüm bu pompalamalardan dolayı, çok umutluydum, bunu da Bora Bey’e söylemiştim, “Dubrovnik’i çok seveceğimi hissediyorum” diye, “burada iki gün kalmalıyız” diye bile düşünüyordum ki ilk planlar böyleydi. Bora Bey de Dubrovnik’i her ne kadar çok kötülemese de, aksini savundu, bizi bir gün kalmaya teşvik etti ki iyi ki öyle olmuş.

Fiyatları, Bodrum – Türkbükü ile karşılaştırmak hiç de zor değil. Euro bazında söylersem, burada bir tabak risotto 10 Euro civarındayken, Zagreb’de aynı risottoyu, belki de daha büyük bir menüyü 4 Euro’ya yemiştik.

Dubrovnik’te Türk yoğunluğu da hemen dikkat çekiyor, restaurantlar menülerini Türkçe de hazırlamışlar. Ayrıca dilimizi de tanıyorlar, kendi aramızda konuşurken promosyoncuların bir çoğu da bize yarım yamalak Türkçe kelimelerle karşılık verdiler.

İlk olarak şehre “Pile” kapısından girdik ve Placa isimli ana caddesinden yürüdük. Neyse ki şehrin her yeri çeşme dolu ve istediğimiz an, zorlanmadan suya ulaşabiliyoruz. Ben ki aslında böyle yapmayı sevmem, tepeden tırnağa yıkanıyordum neredeyse o suların altında. Dedim ya, hiç böyle bir şey yaşamamıştım, geçen yaz Efes’te bile…

Yine de şehir çok kalabalıktı, birçok turist ortalıkta dolaşıyordu. Bir yandan denize girenler vardı, otel yakında olsaydı hiç üşenmez, gider mayomu giyer gelirdim. Mimari çok güzel, kiliseler-meydanlar-havuzlar hepsi çok etkileyici bir atmosferde sunuluyor, yine de örneğin Kotor’daki o sevimlilik Dubrovnik’te yoktu.

Placa’nın ucu saat kulesine çıkıyor, şehrin diğer bir kapısı da burası… Pile kapısından girip şehre çıkar çıkmaz, sizi Onofrio Havuzu karşılıyor tüm ihtişamıyla. Havanın sıcaklığı sebebiyle herkes burada su içiyor, yüzünü yıkıyor, serinliyordu.

İsterseniz şehrin surlarına olan bir tur alabiliyorsunuz, isterseniz savaşın izlerini görebileceğiniz bir tura çıkabiliyorsunuz. Biz sıcak sebebiyle bunların hepsini, ama hepsini es geçmek zorunda kaldık. Şehir surlarına tırmanmanın 10 Euro gibi bir ücreti vardı. (70 Kuna) Savaş izleri turunun fiyatını ise bilemiyorum. Dubrovnik’in bir köşesinde, Dubrovnik’e yapılan saldırının unutulmamasını öğütleyen ve Sırbistan ile Karadağ’ı suçlayan bir yazı asılıydı duvarda.

Şehrin bir başka uç noktasında, etrafta da insanlara anımsattığını duyduğumuz bir şekilde, görseniz de görmeseniz de İspanyol Merdivenleri’ne benzeteceğiniz bir noktadan yukarı tırmandığınızda karşınıza çok güzel bir kilise çıkıyor. Başka bir noktadan şehrin kapısından çıkıp, deniz kenarında plaja doğru da yürüyebiliyorsunuz. Ya da biz yapmadık ama, Dubrovnik Marina/Limanı’ndan bindiğiniz bir tekneyle adalara gidebiliyorsunuz.

Günün devamında neyin-ne olduğuna çok dikkat edemeden, haritamıza da bakmadan, eski şehirin sokaklarında kaybolduk özgürce, hava biraz serinledikten sonra daha da mutlu olarak… Akşamını da gördük, gündüzünü de… Akşam yemeğini pizzayla geçiştirdik, bir “Irish Pub”‘ta oturup, Hırvat Birası içtik. (????) 🙂

Dubrovnik hakkında söyleyebileceğim daha fazla bir şey maalesef ki yok, evet tadını çıkaramadım. Bu maalesef genelde olduğu gibi Dubrovnik’i yerlere göklere koyamayan bir yazı da olmadı. Biz gezimizin devamı boyunca, “adın batsın Dubrovnik”, “boyun devrilsin Dubrovnik” şeklinde andık kendisini hatta. Yine de içime sinmiyor böylesi, geri döneceğim bir gün buraya ve hakkıyla gezeceğim diye düşünüyorum, çünkü hiçbir şehir bu kadar önyargılı bir şekilde anılmayı hak etmez. Şehrin güzelliğini teslim ediyorum. Elbette bu kadar ilgi gören bir şehir, gösterilere çok önem verir. Sokakta papağanlarla fotoğraf çektirten veya üzerinde “I love Dubrovnik” yazan ufacık kalpleri 1 Euro’ya satan insanların olması da çok normal… Yine de moralim bozulmuştu, bu gezi böyle mi gidecek diye düşünüyordum.

Neyse ki ertesi gün bu moral bozukluğu geçti, Split’te o kadar güzel bir gün geçirdik ki, rahatladım ve çok mutlu oldum. Kotor’la iyi başlamıştık, Dubrovnik bizi üzmüştü ama güzel günler uzakta değildi. Neyse ki…

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *