On Dört Günde Balkanlar 2 – Kotor

Saat 19’da Priştine’den Podgorica’ya giden bir otobüse bindik (16 Euro), gece yarısına kadar şehiriçi yollarda gittikten sonra, dağlık bir yola girdik. Otobüste Türkçe konuştuğumuzu duyan Yaşar isimli biri bize, “nereye gittiğimizi, neler yaptığımızı” sordu Türkçe olarak. Biraz sohbet ettik, Makedonmuş, fakat kendi aralarında da Türkçe konuşuyorlardı arkadaşlarıyla.

Gitmeden önce birçok yerde bu yolun “çok zorlu” bir yol olduğunu okumuştum, fakat bizim için o kadar da değil. Türkiye’nin yolları da çok düzlük sayılmaz herhalde, biz alışığız böyle dağlık rotalara…

Kosova’dan çıkarken de damga basmadılar pasaportumuza, içimiz rahatladı, çünkü Sırbistan’a da gireceğiz. Nasılsa en son bir Kosova damgamız olabilir pasaportumuzda.

Karadağ sınırında da, “nereye gidip-nerede kalacağımızı” şöyle bir usulden sordular ve damgamızı bastılar.

Sınırı da geçtikten sonra gözlerimi kapadım, biraz uyudum nihayet. Sabaha karşı gözümü açtığımda, geldiğimizi anlayarak seyretmeye başladım. Pek bir özelliği olmasa da, Podgorica sevimli bir şehire benziyordu. Sakindi, ortalıkta kimseler yoktu. Sokak lambaları henüz yanıyordu, gökyüzü hafiften mavileşmeye başlamıştı. Hava üşütmeyecek düzeydeydi.

Saat 4.30 gibi vardık Podgorica otogarına ve hemen içeri girerek Kotor’a bilet istedik. Saat 5’te otobüsün kalkacağını söylediler ve biletimizi aldık. (7 Euro) Kosova gibi Karadağ’ın da para birimi Euro bu arada. Gelen otobüs Kotor’a gitmediğini söyledi ve bize 5.30’da kalkacak başka bir otobüsün biletini 1 Euro ek ücret isteyerek kesti, bu firma 8 Euro’ya gidiyormuş. Dolayısıyla, Priştine – Kotor arasını 24 Euro’ya almış olduk.

Gözlerim beni çok zorluyordu, fakat dayandım, uyumadım. Manzara çok güzeldi, seyretmeye çalıştım. Bir tepeden Sveti Stefan’ı gördüm, burası tek bir kişiye ait bir ada olmasıyla ünlü. Budva uyuyordu henüz.

Sabah erken bir vakitte Kotor’a vardık, güneş yakıcılığını hissettirmeye başlamıştı. İşimiz kolay olmayacaktı, şimdiden anlamıştım. Şehir plajının hemen arka tarafında bulunan hostelimiz, Montenegro Hostel 4U’ya girip, yerleştikten sonra, bir duş alarak çıktık dışarı. Sıcak, hava çok sıcak, ama dayanılmayacak ölçüde değil, dayanılmayacak ölçüyü henüz görmedik çünkü. İki günümüz var.

Eski şehrin kapısına geldik, orada bulunan Turizm Merkezi’nden bir harita aldık ve içeri girdik. “Deniz Kapısı” adı verilen bu kapının en üst kısmında bulunan sembol, Venedikliler’in sembolü. Hemen altında Tito’nun “bizim olanı vermeyiz, başkasının olan gözümüz yok” anlamına gelen bir sözü yazılı, onun da altında Yugoslavya’nın da bayrağında olan komünizm yıldızı ve altında da şehrin Nazi işgalinden kurtulduğu tarih yazılı…

Kapıdan geçer geçmez çok etkilendik karşımıza çıkan manzaradan. Burayı sevecektik, daha şimdiden belliydi. Daracık sokaklar, yeşil panjurlu evler, her yerde karşımıza çıkan kediler…

İçeri girer girmez, ilk dikkatinizi çekecek olan şey Saat Kulesi olacak, kulenin hemen dibinde de ufak bir piramit. Bu piramit, zamanında, utanç verici şeyler yapan insanları teşhir etmek için kullanılıyormuş.

Bu arada Karadağ için gitmeden en çok duyduğumuz şeylerden biri de, “Osmanlı’yı reddetmek üzerine kurulu bir milli bilinçleri” olduğuydu, düşmanca bir tavır hissetmesek de, dağları tarif ederken, “sizinkileri bozguna uğrattığımız yer” veya da Türk dizilerinden konuşurken, Muhteşem Yüzyıl’ı kastederek, “bu adam gelip buradaki herkesi öldürdü, nasıl izleyebilirler anlayamıyorum” şeklinde tepkiler de duymadık değil.

Sokaklarda dolaşırken, irili ufaklı meydanlara çıkıyorsunuz ve bu meydanlarda da genelde kiliseler oluyor. Benim en çok hoşuma ufacık bir kilise gitti, oranın rahibi sürekli ortalıkta dolaşıp gelen gidenle sohbet ediyordu.

Biz oradayken Kotor’un sanat festivali gerçekleşiyordu, şehrin ana girişine kurulu bir sahnede gösteriler ve şehrin her noktasında karşımıza çıkan değişik düzenlemeler bu gezimizi daha renkli hale getirdi. Şehir duvarlarına yer yer üzerinde “Kotor Sanat Festivali” yazılı, şirin mi şirin torbalar dizmişlerdi ve bu torbaların içinde festival broşürleri vardı.

Çıktığımız bir meydanda, ilk çeşme deneyimimizi yaşadık. Her yerde tavsiye edilen, “bir şişeniz olsun o kadar, gerisi mühim değil” idi. Hakikaten bu seyahatimizde, her gittiğimiz şehirde, su içebileceğimiz bir çeşme bulduk. Suya para harcamak zorunda değilsiniz kısacası.

Şehrin güney kısmı ise, daha tenha bir kısımdı, şehrin hendeklerine-kanallarına açılan bir kapısı vardı. Kuzey kısmından ise, tepedeki manastıra tırmanmanız mümkün. Tabii ki öğlen sıcağında değil!

Biz de öğleden sonra hostele döndük, orada kalan bir İspanyol çocukla tanıştık. Rotası Türkiye’ye doğru gidiyordu, biraz Türkiye’den bahsettik, tavsiyelerde bulunduk. Konu nasıl döndü dolaştı otobüslere geldi bilmiyorum ama, Türkiye’de otobüslerin ne kadar da iyi olduğundan, bedava ikramlardan falan bahsedince inanmadı. (Bu kısma daha sonra döneceğim.)

O uyumaya gitti, arkadaşım hostelin bu serin odasında birazcık uzanacağını söyledi ve ben de denize gitmeye karar verdim. Plajlar güvenli mi, eşya bırakmak güvenli mi emin olamadığımdan, yanıma hiçbir şey almadan, mayomu giyerek denize gittim. Çok konforlu değildim, sıcak beni çok yoruyordu, bir önceki yazıda söylediğim gibi sıcağa dayanıklı bir insan değilmişim o kadar da, bunu öğrendim. Bazen serin Ankara gecelerini özlüyordum, kafamda Türkiye’de kalıp da niye orada bir tatile çıkmadım düşüncesi vardı, ayağımı suya sokmamıştım henüz. Şehir şahaneydi, çok güzeldi, ama sıcaktı. İşte, plaja gidip de denize girince, kafamdaki tüm bu düşünceler uçup gitti. Nasıl mutlu oldum, anlatamam. Akşama doğru çıkacaktık tekrar, o tepeye tırmanacaktık, fakat benim çıkasım gelmiyordu denizden. Saati tahmin edemiyordum, ama su çok güzeldi. Nihayetinde zar zor ayrıldım sudan ve hostele geri döndüm, bir buçuk saat geçmiş, geç kalmamışım. “Sen duş al da, çıkalım” dedi bana arkadaşım, ben “duş almayacağım” dedim, deli gözüyle bakmazsanız, “birazcık denizin tuzu üzerimde kalsın istiyorum, özlemişim bunu.”

Nihayetinde yeni tanıştığımız Jose’yi de alarak tekrar şehre döndük. Kuzeye doğru yürüyerek tırmanmaya başladık, orta yere kurulan seyyar gişede biletimizi kestiler, 3 Euro. Kadın, “manastık 20 dakika, zirve noktası 45 dakikalık yürüyüş” dedi, Jose “ben on dakikada tırmanırım” dedi, arkadaşım da ona uydu. Hava hala çok sıcak ve ben o kadar hızlı olamıyorum.

Nihayetinde 15 dakika gibi bir sürede vardık Manastır’a, manzara gerçekten çok güzeldi ve değmişti çıktığımıza, gelin görün ki benim kafamda bu tırmanış bitmişti, terden sırılsıklam olmuştuk, Jose zirveye devam etmeye niyetliydi, arkadaşım da öyle. Neyse ki onu yalnız bırakmamanın rahatlığıyla, “ben burada kalıyorum, siz devam edin” dedim. Ufacık bir esinti vardı, kilisenin çanları çalmaya başlamıştı ve manzaranın tadını konforlu bir şekilde çıkarmak istiyordum.

Çıkıp inmeleri yaklaşık 50 dakika sürdü, ben o esnada gittikçe serinleyen havayla, seyre dalmıştım Kotor’u. Yukarıda Gabriel isimli bir de Brezilyalı kızla tanışmışlardı, daha önce Türkiye’de bulunmuş ve Jose hiç sormadan daha ona Türkiye’deki otobüslerden bahsetmiş. “Koltuklarda televizyon, tek kişilik koltuklar ve hatta bazen internet.” Hayır, bize çok normal geliyordu artık bunlar, fakat bu seyahatte cidden çok arayacaktık, o ayrı.

Gabriel, Jose’nin kafasında Türkiye’yle ilgili bulunan bazı ön yargıları yıktı, sanırım bizden değil, yine onun gibi yabancı birinden duymak daha iyi geldi Jose’ye bunları. Bir yere oturup, bir şeyler yiyip-içtik ve gece boyunca sohbet ettik. Böyle anları-paylaşımları gerçekten çok seviyorum, farklı kültürler bir araya gelip, uzun uzun sohbet edebilmek çok güzel bir şey.

Karadağ’da şarap çok ucuz, şişesi 2 Euro’dan başlıyor, evet 7-8 Euro’ya kadar çıkıyor yerel şaraplar, fakat yine de ucuz. Bizim oturduğumuz gibi yerlerde ise, kadehleri 1-3 Euro arasında değişiyor. Biralar da aynı şekilde.

Gece bittikten sonra ertesi akşam için sözleştik ve dağıldık. Hostele döner dönmez ben uykuya yenildim ve ertesi sabah niyetim erkenden kalkıp denize girmek olsa da, uyanamadım. Kalktıktan sonra, çıkıp birazcık daha dolaştık eski şehri. Klasik turist davranışıdır işte, hatıra niyetine magnet aldık. Öğlen yemeğimizi hostelde yemeye karar verdik ve markete girerek, harika bir ekmek, biraz peynir, maydanoz, ice-tea ve Türkiye’ye getirmek üzere Karadağ şarabı aldık. Hostelde kendimize yemek hazırladık, ekmek cidden çok kalın ve lezzetliydi. Türkiye’dekilerden daha güzeldi, ne yalan söyleyeyim.

Zaten Kotor’u bitirmiştik, sıcak sebebiyle Budva’ya gitmek için de çok hızlı hareket edemedik ve dolayısıyla bir dinlenme günü yaratmış olduk daha gezinin en başında. Yine denize girdim ben, bu kez arkadaşım da bana eşlik etti, fakat o erken çıktı, ben ayrılamadım. Ankara’ya bir türlü uyum sağlayamamış herkes gibiydim kısacası, Ankara’ya alışmıştım, Ankara’yı seviyordum belki, ama yine de bir şeyler eksikti işte, klasik “ama denizi yok” klişesi değil bahsettiğim, ama denizi de özlüyordum, Orhan Veli’nin şiirinde söylediği gibi, “hala tuzlu akar kanım, istiridyelerin kestiği yerden…”

Akşama kadar hostelde insanlarla sohbet ettik, vakit geçirdik, boşa geçmiş bir gün diyemem o yüzden. Akşam olduğunda da Jose ve Gabriel ile buluşarak, yine bir bara gidip, sessiz-sakin bir müzik eşliğinde çok güzel bir gece geçirdik. Nihayetinde vedalaştık, Gabriel’le yolumuz ortak gerçi, Jose Arnavutluk’a geçiyor, orada biraz vakit geçirip Türkiye’ye devam edecek. Gabriel ise Hırvatistan’ın adalarına gitmek üzere, Dubrovnik’e gidecekmiş ertesi sabah, biz de öyle. Onunla görüşmek üzere, Jose’yle ise tekrar karşılaşmak ümidiyle ayrıldık.

İstikametimiz ertesi sabah Dubrovnik ve oraya varınca anlayacağız ki sıcak namına daha hiç ama hiçbir şey görmemişiz, neyse ki son sıcak günümüzü geçireceğiz Dubrovnik’te, en azından Üsküp’e kadar.

 

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *