On Dört Günde Balkanlar 4 – Split

Sabah saat 8 buçukta terk ettik Dubrovnik’teki pansiyonumuzu, otobüs beklerken biraz tepedeki manzaranın tadını çıkardık ve “3 numaralı otobüs” ile otogara gittik. Hedefimiz Split, zaten önceden aldığımız bilete uygun olarak otobüsümüzü beklemeye başladık.

Hırvatistan’da araba kullanacaklar için şunu söylemekte yarar var ki, yollar çok iyi durumda, otobanda da aynı şekilde, normal tali yollarında da böyle bu. Sahil virajlı evet, fakat bu araba kullanmakta zorluk yaratacak düzeyde değil.

Dubrovnik’ten hareket ettikten çok kısa bir süre sonra karşımıza sınır geldi. Bosna – Hersek’e giriş yaptık. Bosna – Hersek’in tarihten gelen bir hakkı olduğu söyleniyor bu bölgenin, Neum isimli yerde Adriyatik kıyısında bir şehri var Bosna – Hersek’in. Otobüsler burada mola veriyorlar daha çok ve durdukları yerde BiH’in para birimi “dönüştürülebilir mark” da, Hırvatistan kunası da kullanılabiliyor. Bu bölgeye Bosna – Hersek’in liman kurması ise yasaklanmış, Bosnalıların tatil yapmaya geldikleri bir şehir olma özelliğini taşıyor.

Moladan kalktıktan kısa bir süre sonra da zaten 12 kilometrelik bu kısım sona eriyor ve tekrar Hırvatistan’a giriş yapıyorsunuz. Üç saat gibi bir sürede de Split’e vardık.

Split, Hırvatistan’ın ikinci büyük şehri, Otogar’ı, eski şehir merkezine çok yakın, fakat bu şehir daha çok adalara gitmek için bir geçiş noktası olarak kullanılıyor, ayrıca Split’ten İtalya’ya da sürekli feribotlar kalkıyor, fakat bizim adalara gidecek vaktimiz olmadığından Split’i gezmeyi tercih ettik ve bundan da memnunuz. Baştan söylemek isterim ki Split’i çok beğendik.

Otobüsten indikten sonra ilk iş hemen yan tarafta bulunan tren garına gittik, akşam Zagreb’e yolculuk vardı ve tren biletimizi almak istedik. Gişe görevlisi asabi kadın fiyatları sayarken, bir yandan o fiyatları İngilizce’den Türkçe’ye kafamda çeviriyor, ondan sonra da o fiyatı Euro’ya çevirip kafamda daha da somutlaşmasını sağlamaya çalışıyordum, kadına bir kez daha tekrarlattım, pek memnun kalmadı sanırım. Ağzında sakızı, elinde örgüsü, işine geri dönmek istiyordu anladığım kadarıyla. Nihayetinde biletimizi 26 Euro’ya denk gelen şekilde aldık.

Eski şehire doğru giderken geçilen sahil yolu, bana İzmir’i hatırlattı. Split’in eski şehiri asıl olarak Diocletian Sarayı’nın surlarının içine ve etrafına yayılmış durumda. Zaten bildiğimiz anlamda bir saray da göremiyorsunuz ortalıkta…

Nihayetinde şehre girip, dolaşmaya başlıyoruz. Yağmur yağacak gibi duruyordu hava o gün, sıcak değildi, basık değildi, zaten bir önceki yazıda bahsettiğim gibi Dubrovnik son sıcak günümüz oldu, hep rahat ettik bundan sonra.

Split’in bu kısmı Unesco’nun Dünya Mirası listesinde aynı zamanda. Bu sarayın yapımı 295 ve 305 yılları arasında olsa da, bu tarihten sonra üzerine çok şey eklenmiş durumda elbette ki. Şehrin sokaklarında dolaşırken, karşımıza çıkan Turizm Ofisi’nden bir harita aldık. Elimizde bulunan rehberde de harita olsa da, şehirlerin haritalarını alıp, saklamayı, şehri gezerken kullanmayı, kullanırken o haritanın hırpalanmasını seviyorum ben. Böylece haritanın üzerindeki her hasar, her yanlış katlama o haritanın kullanıldığını, o şehirin “yaşandığını” anlatıyor sonradan belki de…

Şehir surlarının hemen dış kısmında, Kuzey Kapısı’nda, 1929 yılında oraya koyulan büyük bir heykel var, bu heykel 10. yüzyıl Slav dini lideri Nin’e ait ve heykelin özelliği de, ayak başparmağına dokunmanın şans getireceğine inanılması. Zaten heykelin o kısmı artık iyice sararmış-parlamış durumda. Biz de geri kalmadık ve dokunduk tabii ki. Oradan içeri girip, şehrin merkezine doğru ilerlerken karşımıza bir apartman dairesinde konuşlanmış gibi duran, ufacık da bir kilise çıktı.

Şehrin merkezi bir noktasında da katedral bulunuyor. Katedralin içine dahil beş kısmın her birini gezmek 35 kuna… (1 Euro = 7.35 kuna idi biz oradayken Split için.) İçeri girdikten sonra ilk olarak katedralin üst katında, hazine kısmını geziyorsunuz. Bu kısımda katedralde görev yapmış iki rahibin kemikleri, katedralde kullanılmış simgeler, Papa’nın ziyaretinden hatıralar, ikonlar, eski tarihli İncil baskıları bulunuyor. Daha sonra ise sıra katedrali gezmeye geliyor, katedral asıl olarak biraz önce bahsettiğim Diocletian’ın mozolesi imiş, fakat içeride bu durumu hatırlatan fazla bir şey kalmamış. Üçüncü kısım sizin keyfinize göre ya katedralin temeli ya da çan kulesi. Biz önce çan kulesine çıktık. Çan kulesinden Split’i seyredebiliyorsunuz, kuleye önce dar ve kapalı, sonrasında ise metal merdivenlerden çıkıyorsunuz. Yukarıda manzarayla biraz vakit harcamak güzel, aşağı inerken yükseklik korkusu olan bir kadınla karşılaştık. Acaba yardım etsek mi diye düşündük, böyle durumlarda ne yapılır bilmediğimizden ve kadın sanki kendisiyle mücadele ediyor, korkusunu yenmeye çalışıyor gibi göründüğünden vazgeçtik.

Katedralin temelinde ise, içine paralar atılmış bir havuz, ufak bir Meryem Ana heykeli, katedralde kullanılmış eski çanlar var. Bu kısmı da bitirdikten sonra, Jüpiter Tapınağı’na geçiliyor.

Şehrin surlarının, biraz önce bahsettiğim büyük heykele göre tam zıt taraftaki kapısında ise Basement Halls denilen yere girebiliyorsunuz. Bu kısmın bir bölümü müze olarak düzenlenmişken (fakat içerisinde hiçbir şey yok), diğer bir bölümünde ise hediyelik eşya standları kurulu…

Yanılmıyorsam şehrin Batı tarafında ise, geniş bir caddeyi takip ederek Hırvatistan Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu bir meydana çıkabiliyorsunuz. Bu nokta Unesco korumasının sınırının dayandığı nokta, yani koruma bu binaya kadar geldikten sonra, tiyatro-sahil arasını kapsıyor şeklinde anlatılabilir sanırım. Bu tiyatro binasının sol tarafındaki yoldan ilerlediğinizde, sokağın bitiminde karşınıza güzel bir fırın çıkıyor. Biz de oradan yemek saatine kadar bizi tutacak atıştırmalık bir şeyler aldık. Fırında bulunan kadının Türk arkadaşı varmış, çok yakın davrandı bize. “Boşnak değil, Sırp değil, hepsi Hırvat bu yiyeceklerin” dedi sonra da. (Biz sorduk tabii bunlar arasında Hırvatistan’a özgü bir şey var mı diye, pek inandırıcı gelmedi hani söylediği, o ayrı.)

Bunları atıştırdıktan sonra, bu kez şehir surlarının batı tarafında bulunan sokakta birazcık “turistlik” yaptık ve magnet ile anahtarlık aldık. Ben anahtarlık koleksiyonum için kravat şeklinde bir anahtarlık aldım örneğin, bunu şu bilgiye ortam hazırlamak için söylüyorum, Hırvatların en çok övündüğü şeylerden biri kravatı bulmuş olmaları. Nitekin birçok yerde kravat mağazalarına rastladık, pek bir özellikleri yoktu kravatların gerçi. Tabii kim bu anahtarlığı görse ya da kravatla ilgili bir konu geçse, hemen konu o zamanki adıyla “Kim 500 Milyon İster” isimli televizyon yarışmasına geliyor ve “orada sormuşlardı, biliyorum” diyorlar. Daha bu tepkiyi vermeyene rastlamadım.

Ardından Marjan Tepesi’ne doğru yola koyulduk. Burası, deniz kenarını takip ederek ulaşabileceğinizi bir gezi alanı… Ağaçların gölgeleştirdiği merdivenleri tırmanarak ulaşıyorsunuz, çıkarken karşınıza çıkan evlerin bulunduğu yerlere imreniyorsunuz. Ayrıca, parkın içerisinde ufak da bir şapel var ve tabii ki manzaraya karşı oturabileceğiniz banklar ya da otururken bir şeyler içebileceğiniz bir kafe. Biz de o kafeye oturup, özellikle denize çevrilmiş koltuklarda, Ozujsko marka Hırvat biralarından içerek akşam güneşinin tadını çıkardık.

En nihayetinde aşağı indik, yolumuzun üstünde bulunan Cumhuriyet Meydanı’na uğradık ki burası bana Madrid’deki Plaza Mayor’u anımsattı görünüm olarak. O gün bizim İnegöl köftemize oldukça benzeyen cevapciciyi tattık, gobit ekmeği arasına soğan, patates ve ketçapla koyulan köftelerden oluşuyor.

Cevapcicimizi yedikten sonra tren garına gidip, günlüğü 2 Euro gibi bir fiyata kilitli dolaba koyduğumuz bagajlarımızı aldık ve trene bindik. Trenler, kompartımanlardan oluşuyorlar genel olarak, oturarak da gidiyor olsanız, kuşetli ya da yataklı da gidiyor olsanız aynı… Koltuk numarası vermişlerdi, fakat bunu pek umursayan yoktu. Nitekim, oradaki görevliler de gösterdiğimiz biletlerle hiç alakası olmayan bir vagona, “hayde, hayde” diyerek bindirdiler bizi ve tren hareket etti ve Zagreb de sıradaki yazının konusu…

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *