On Dört Günde Balkanlar 11 – Üsküp

Bu yazı size Üsküp hakkında bilgi vermekten çok, benim Üsküp hakkındaki duygularımı içerecek. Daha çok yaşadıklarımızdan bahsedeceğim, beceriksizliğimiz mi desem, Makedonya Otobüs Servisi’nin bizi aldatması mı desem, onlardan bahsedeceğim ve orada edindiğimiz arkadaşlarımızdan… (Önünüzdeki 20 paragraf upuzun bir giriş niteliğindedir.)

Gece Belgrad’dan bindiğimiz otobüs, Balkanlardaki diğer otobüs yolculuklarımız gibi sürprizlere gebe… İlk kez “numaralı” koltuklara sahip bir otobüse binmiş olsak da, Niş’te otobüsümüz değişiyor ve daha az konforlu, yine numarasız bir başka otobüse biniyoruz.

Makedonya sınırına vardığımızda uzayan kuyruk gözümüzü korkutuyor. Eğer böyle giderse, akşamdan önce Üsküp’e varmamızın imkanı yok. Tüm otobüsler tek tek durduruluyor, bavullar aranıyor, üstelik sıranın da ilerlediği söylenemez, çünkü bir yandan da sınır tam kapasite çalışmıyor. Moralimiz bozulmuş bir şekilde bekliyoruz dışarıda, sonra otobüsümüz çalışıyor ve çağrılıyoruz. Nasıl olduğunu halen çözemediğim bir şekilde, o sıranın en önüne ilerliyor, aranmadan boş bir gişeden pasaportlarımıza damgaların basılması neticesinde sınırı geçiyoruz.

Sabah 9 gibi varıyoruz Üsküp’e, yine garajda bir sürü taksici sarıyor etrafımızı, hepsini savuşturuyoruz. Elimdeki bilgide yazana göre, hostelimiz ortalama 6-7 dakikalık yürüme mesafesinde… Önce merkeze doğru ilerliyoruz, kimsecikler adresi bilemeyince. Turizm bilgi bürosundan bir harita alıyoruz ve haritaya göre ilerlemeye başlıyoruz. 5 dakika geçiyor, yok, 10 dakika geçiyor yok, sanırım oraya ulaşmamız yarım saati buluyor. Hava çok sıcak, serde de inat var ya, taksiye de binmeyi reddediyorum, nihayetinde acı bir şekilde öğreniyoruz ki hostelin yakın falan olduğu yok. Giriyoruz içeri, biz 5 kişilik oda ayırtmıştık ama bize 6 kişilik oda veriliyor. Söylediğim zaman, “bu oda daha güzel” diye savuşturuluyoruz, hostel sahibi sarhoş galiba, görünüşü öyle, sonradan öğreniyoruz ki uyuşturucu da var işin içinde, bu dumanlı kafa sebepsiz değil.

Israr edemiyor, yerleşiyoruz odamıza, bir güzel duş alıyoruz ve odaya giriyoruz. Sürpriz! Bir Türk var orada. Balkanları yürüyerek geçen gezginlerin arkadaşı Ayşegül. Onlar gibi yürümeye azimli değil, bu şekilde sık sık onlardan kopuyor ve konaklamalarla onları bekliyor. Burada da epeydir kalıyormuş.

Koltuklara bir güzel kuruluyor, sohbete başlıyoruz. Gezdiğimiz yerlerden bahsediyoruz bol bol, fotoğraf alışverişi yapıyoruz. Çok iyi geliyor sohbet, hani açıkçası bir yere gidesimiz yok, ama hedefimizde Manastır var. “Gitmeyin” diyor Ayşegül, ben “Atatürk’ün okulunu görmek istiyorum” diyorum, arkadaşım hafiften Ayşegül’den yana gibi, ama benim pek taviz vermeye niyetim yok. İçim kalmak istiyor, ama aklım “orayı görmeliyiz” diyor. Aslında sohbeti tatlı bulup, saati 12 etmeseydik, teorik planımızda Ohrid’e de gitmek vardı.

Nihayetinde giyinip çıkıyoruz, taksiyle gidiyoruz otobüs garajına. 1 euro civarı tutuyor, kendimi salak gibi hissediyorum giderken taksiye binmediğim için. Bilet gişesine soruyoruz; “Manastır ne kadar sürüyor” diye, “2 saat” diyor. “İlk otobüs?”, “beş dakika sonra!”

Oh, iyi iyi… 12.30 otobüsüne binersek, saat 2.30’da oradayız. Gidiş dönüş alıyoruz biletimizi.

Ve önümüze bir minibüs çıkıyor. Biniyoruz, oturacak yer bile zar zor buluyoruz. Minibüs harekete geçiyor ama gitmiyor gibi bir şey. 20 kilometre hıza düştüğümüz oluyor ve bu yavaşlığımıza yavaşlık katan bir olay: Tam önümüzde bir trafik kazası oluyor. Minibüs duruyor, tüm yolcular minibüsten inip oraya koşuyor, trafik kapanıyor. Üzülüyoruz o arabadaki kişiye, araba epey hasar görmüş durumda, ama içindeki kişi nasıl bilemiyorum, bugün bile. Umarım iyidir. Ambulans epey sonra geliyor, arabanın şoförünü alıp götürüyor, trafik açılıyor ve yola devam.

Zaman geçiyor, zaman geçiyor, zaman geçiyor. Durduğumuz hiçbir yer Manastır değil. Yol devam ediyor, devam ediyor, devam ediyor. Manastır hala değil. Ve nihayet geliyoruz, saat 16.10. (Yol 2 saat miydi ne?)

“Neyse” diyorum, “şehri pek gezemeyeceğiz galiba, ama doğrudan okula gidersek buradan, en azından orayı görebiliriz.”

Elimizdeki karta bakıp, saat 19.00 otobüsüne bilet almak için içeri giriyoruz Üsküp’e. Kadın bize şöyle diyor ve dünya başımın üzerine çöküyor sanki:

“Son otobüs bugün 16.30’da, 19.00 otobüsü yok.”

Herhalde bu konunun üzerine o an biraz eğilseydik ağlayabilirdim, Manastır’da kalsak, nerede ve nasıl? Eşyalarımız, her şeyimiz Üsküp’te, iki yere birden otel parası verecek lüksümüz de yok. Ne yapacağız? Üzerine tartışmaya gerek yok, o otobüse binilecek. Arkadaşım, “ben tost yiyeceğim” diyor ve otobüs garajındaki büfeye gidiyor. Ben bekleme salonunda kalıyorum, hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bu yolculuktan da, otobüs garajı dahi olsa Manastır’dan da tek bir kare fotoğraf yok elimde bugün, çünkü sinirimden hiçbir şey görecek durumda değilim.

İndikten yirmi dakika sonra bu kez bir otobüs geliyor ve binip Üsküp’e dönüyoruz.

Hostele dönmeden önce, Üsküp’ün Osmanlı döneminden kalma eski şehir bölümüne gidiyoruz ve bir lokantada karnımızı doyuruyoruz. Cevapcici yiyoruz tabii ki, artık cevapcici yemekten gına geldi sanırım. Makedon Salatası dedikleri bir de salata yanında!

Şehir terk edilmiş gibi, hiç kimsecikler yok bu restaurant bölgesi hariç herhangi bir yerde. Sonradan görüyoruz ki, herkes o yapay meydanda duruyorlar. Eski şehiri silecek bir durum söz konusu Üsküp’te, Üsküp şantiye halinde. Her yer inşaat, eski şehirin hemen dibine çok görkemli bir Avrupa şehiri inşaa etmek niyetindeler, ama o dokuyu bozuyorlar.

Birazcık etrafı dolanıp, hostele geri dönüyoruz. Biz yokken bir Türk daha gelmiş, İshak adı. O turuna yeni başlıyor, İzmir’den gelmiş. Onunla da yapılacaklar, görülecekler hakkında sohbet ediyoruz, henüz sohbetin başındayken birileri geliyor Hostele. Hostelin kafası dumanlı sahibi “iki Türk daha geldi” diyor.

Aslında ben böyle durumlarda, kendi kültürümüze uzak insanlarla tanışıp sohbet etmeyi tercih eder, ondan daha çok zevk alırım ama şimdi keyfimize diyecek yok, diyaspora misali toplandık bir odada, dışarıdan hiç kimse sohbetimize dahil olmuyor. Biz sanki kırk yıldır birbirimizi tanıyor gibi, ortak konumuz Balkanlar’dan bahsediyoruz. (İlk konu bizim bugün Manastır’a gidemeyişimiz.) Ayşegül “ben size gitmeyin demiştim” diyor, arkadaşıma dönüp, “bak Samet de benimle aynı fikirdeydi” diye ekliyor.

Turu bitirmiş olan ben ve arkadaşım, grubun en çok soruya muhattap olanıyız, çünkü oradaki herkes tura yeni başlıyor sayılır. Sonradan gelen Hakan ve Esra, Yunanistan’dan geliyorlar ve devam edecekler. İshak zaten yeni gelmiş. Ayşegül de henüz Arnavutluk’u ve Makedonya’yı görmüş durumda, devam edecek.

Esra’yı ben bir yerden tanıyorum bu arada, kafamı çok kurcalıyor, ben onu nereden tanıyorum. Bekliyorum ki o da beni tanısın, en azından bir ipucu olur. Ama yok!

Ana konu Balkanlar etrafında epey konuştuktan sonra, henüz tura yeni başlamakta olanlar o enerjileriyle dışarı çıkmaya ve Üsküp’ün gece hayatını keşfe karar veriyorlar. Hostele giriş için anahtara ihtiyaç var, ama hostelin sahibi hiç oralı değil. Kendi işimizi kendimiz görüyoruz, o kadar çok gülüyoruz ki bu anahtar arama macerasında. Hostel başıboş, başımıza ne gelecek acaba diye senaryolar ürete ürete çekmeceleri karıştırıyoruz. Nihayetinde doğru anahtar bulunuyor. Belki bugün biraz pişmanım çıkmadığıma, ama o anki ruh halimizle çıkabilmemize imkan yoktu, biz hostelde kalıyoruz ve yatıp uyuyoruz.

Ertesi gün!

Lafı fazla uzattım galiba, ama bu kısımları anlatmak istiyordum, çünkü Üsküp’ün aklımda en çok kalan kısmıydı buralar, daha da anlatacağım gerçi, ama geldik şehrimizi gezme bölümüne yavaş yavaş. Sabah kalkıyoruz, Ayşegül gidiyor. Esra ve Hakan gezmeye çıkıyorlar ve biz kahvaltı yapıyoruz. İshak, Ohrid’e devam edecek. Şu gruptan, o güzel akşamdan hiç fotoğrafımız yok, bari İshak’la fotoğraf çektirelim diyor ve çektiriyoruz. Sonra çıkıyoruz.

İshak’ı otobüs garajına bırakıp, vedalaştıktan sonra biz de şehre gidiyoruz. Artık gezmek zamanı, halimiz pek olmasa da.

İlk istikamet eski Taş Köprü.

Bu köprüden geçerek Çarşı’ya varıyoruz. Daha önce bahsettiğim gibi, burası Osmanlı Dönemi’nden kalma bir bölüm, fakat yeni yapılmakta olan şehrin tamamen gölgesinde kalmış durumda. Turistik olarak da cazibe merkezi olmaktan uzaklaşmış, her ne kadar daha önceki yazılarda bahsettiğim trendeki Amerikalı bu şehri öve öve bitirememiş olsa da.

Dükkanların birçoğu kapalı, birkaç hediyelik eşyacı açık. Biz de turistliğimizi hissetmek için, biraz alışveriş yapıyoruz. Saraybosna’nın Başçarşı’sından sonra, burası bize biraz yavan geliyor ve pek sarmıyor açıkçası. Hava da çok sıcak, bari yeni bölüme geçip biraz orayı gezelim diyoruz. Daha önceden öğrendiğimize göre, kale de kapalı ziyarete zaten, çıktığımıza değmeyecek.

Kale, surları 6. yüzyılda yapılıp, Osmanlı döneminde geliştirilen bir bölümmüş, antik çağdan Makedon, Roman, Bulgar ve Bizans bulguları kazıda çıkarılmış ayrıca. Bugün asıl olarak bir şehir manzarası vaad ediyormuş size. Biz maalesef göremedik.

Eski şehirin içerisinde, ismi Bit Pazar olan bir bölge de gözümüze çarpıyor. Türkiye’nin de katkılarıyla açılmış ve bugün meyve sebze hali olarak hizmet veriyor, burası da kapalıydı maalesef.

Yeni şehire geçiyoruz, etraf heykel dolu. Bu açıdan biraz Eskişehir’i andırıyor sanki heykellerin yapısı. Vardar Nehri çok nazlı akıyor, mevsimden olsa gerek biraz durgun. Şehir dedim ya, inşaat halinde, pek cazip bir yanı yok. Makedonya’ya bir şekilde tekrar gelinecek belli, Üsküp’ün tadını biraz daha çıkarmak, Ohrid ve Manastır’ı görmek, o dillere destan şaraplarını tatmak için…

Yeni şehirde börek yiyor ve bir kafede oturuyoruz. Hakan ve Esra oradalar. Hakan bilgisayarıyla meşgul, bazı işleri varmış, Esra bizim masamıza geliyor ve yeniden sohbete başlıyoruz. Esra’yı nereden tanıyorum kısmı, “ne iş yapıyorsunuz” bölümünde ortaya çıkıyor. “Cumhuriyet’te çalışıyorum.”

Ve o an gözümün önüne geliyor hemen, bir anda söyleyiveriyorum. Her gün okuduğum ve adeta sahiplendiğim bir gazeteden biriyle tanışmak mutlu ediyor bir anda beni, yüzüm gülmeye başlıyor, “haber için mi konuşmuştuk” diyor, “yok” diyorum, “benim her gün okuduğum gazete, oradan biliyorum.” Taşlar yerine oturuyor nihayet. Konu değişiyor, ama ara sıra yüzüme bir gülümseme yayılıyor, şaka yollu “tamam, geziyoruz, burada işten bahsetmek yok” diyor Esra. Biraz daha sohbet ediyoruz ve Hakan’ın işinin bitmesiyle onlar gezilerine devam etmek üzere ayrılıyorlar, henüz eski şehiri görmemişler. Biz de biraz daha oturup, hostele geri dönüyoruz.

Yolcu yolunda gerek, istikamet Priştine. Eşyalarımızı toplayıp Priştine’ye doğru yola koyuluyoruz otobüsle. Artık pasaportumuzda Kosova damgası var. İşin Priştine’yle ilgili kısmı Priştine yazısında.

Ertesi sabah Priştine’de kaldığımız oteldeki biri bırakıyor bizi havaalanına 15 Euro’ya daha önce söylediğim gibi. Havaalanında bu kez Kosova’ya niçin geldiğimize dair sorgulanıyoruz çıkarken, sorgulandık derken gümrükte birkaç soru… Havaalanından Kosova şarabı alıyorum ve ardından biraz karnımızı doyurmak için sandviç yiyoruz uçağımızı beklerken. Sonra uçağımız yanaşıyor ve İstanbul’a dönüyoruz. Benim istikametim Ankara, önce arkadaşımın evine gidiyorum,

Olacak, olmayacak, nasıl olacak dediğimiz, bazı durumların sorun olacağını düşündüğümüz için tedirgin gittiğimiz, yaptığımız tempolu plan sebebiyle çok yorulduğumuz Balkan turumuz nihayet bitiyor. Bununla birlikte Balkan yazıları da tabii. Elimden geldiğince faydalı olmaya çalıştım bu yazılarda, bu son Üsküp yazısı ise benim biraz içimi dökmem, yaşadığımız talihsizliği ve mutlulukları anlatmamdı.

Balkan turu, bu coğrafyayı yakından tanımak açısından çok faydalı oldu, bizi mutlu etti. Tüm şehirler farklı tatlar bıraktı, o gün sinirlendiğimiz, mutsuz olduğumuz anları düşünsek bile, nihayetinde her şehir güzel geliyor bugün bana, herbirini güzel anıyorum.

Çok heyecanlı başladım bu işe, “Balkan turu” diye ve gerçekleştirebildiğimiz için çok mutluyum, ne çok anı biriktirdim, yanımıza kar kalacak ve belli ki bu coğrafyaya geri dönülecek bir gün.

Biraz arkadaşımın evinde vakit geçirdikten sonra Ankara’ya doğru yola koyuluyorum.

Akşam otobüsüne biniyor olsam bile, gün biterken de olsa hemen gazetemi alıyorum, yanına da mizah dergilerimi hiç vakit kaybetmeden. Otobüs biletimi daha önceden almıştım, en ön koltuğuna kuruluyorum, şans bu ya, firmanın yeni aldıkları otobüsler geliyor, yerler parke kaplı, koltuklardaki ekranlar çok ilgimi çekmese de büyümüş, koltuklar daha geniş, “oh be” diyorum, “nihayet rahat bir yolculuk.”

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *