Birmingham – Shakespeare Country – Black Country

Azerbaycan’ı neden bilmem, bir türlü tam yurtdışı hissedemediğimden o zamana kadarki ilk sınır dışı seyahatim sayıyordum 2007 yılındaki Batı Avrupa Seyahatimi, iki yıl sonra gelen üniversite hediyemdi bu benim. Dört yıl sonra ilk kez yazı haline getiriyorum oradaki anılarımı, günlüklerimi şu an. 

Bu yaz okuduğum “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” isimli kitapta, kitabın baş karakterlerinden Eva’nın işi “Gezi rehberleri basmak” idi. Onun ilk yurtdışı seyahatine dair bahsettikleri de benim hislerime benziyordu. “Bulutlar var, ağaçlar var, e her şey aynı…” Ne bekliyordu ki acaba başka, ya da ne bekliyordum? 

Sabahın bir köründe Ankara’dan İstanbul’a uçtuk önce ve sonra Sabiha Gökçen’den kalkan EasyJet uçağı ile Londra’ya. Çok iyi hatırlıyorum bugün bile, gidiş geliş 101 Euro vermiştik İstanbul-Londra arasına. Ankara – İstanbul da tek yön 25 lira idi. 

Londra Luton Havaalanı’ndan bizi orada yaşayan amcam aldı ve onların evine, Birmingham’a gittik. Yoldaki düzen, insanların kurallara bağlılığı, eğer ki sağa döneceklerse otoyolda sadece ve sadece sağ şeridi tıkamaları dikkatimi çekmişti ilk. Yaya geçidi hikayesini ile her giden anlatır herhalde, daha anlatmayana rastlamadım. 

Kaldıkları ev o kadar güzel bir sokaktaydı ki, aşık oldum oraya. Öyle bir sokakta, öyle bir evde, öyle bir mahallede yaşamak istedim, hala da istiyorum, oysa ki çok normaldi oralarda bu evlerde yaşamak. Hayalini kurduğum çatı katı odaya da kavuşmuştum işte.

İlk gün kuzenlerimle vakit geçirdik, ertesi gün okulları için ayrılacaklardı evden. İlk kez öbür gün çıktık dışarı ve şehri gezmeye çıktık. Yardley Wood’dan trene bindik ve Birmingham’ın merkezine indik. 

Birmingham Şehir Merkezi turistik bir yer sayılmaz hani. Biz de zaten dış cephesi aynalarla kaplı büyük bir alışveriş merkezini, sokaklarını, belediyenin şehrin tarihine ilişkin müzesini gezdik. Ayrıca söz konusu alışveriş merkezinin tarihine ilişkin bir bölümü de vardı müzenin ve ilk yıllarında o alışveriş merkezinde kullanılan eşyalar da sergileniyordu. Buradaki müzelerde çok normal olan, “insanları da müzenin konusuna katma” uygulamaları, bu küçük belediye müzesinde bile vardı. Oyunlar, interaktif filmler, sergilenen eşyalara dokunabilme hatta kullanımını deneme imkanı… 

Ertesi gün amcam işine gitti, yengem evde kaldı ve biz de halamla “Stratford-upon-Avon” şehrine gittik yine trenle. Bu bölge Shakespeare Country şeklinde de anılıyor ve Shakespeare’in kendi doğduğu, yaşadığı evler, annesinin evi gibi müzeler var. 

İlk olarak Mary Arden House’a gittik. Burası, Shakespeare’in annesinin evi. 

Buralarda gönüllülük esasına göre çalışanlar varmış ve o dönemki yaşamı sanki devam ediyormuş gibi canlandırmaya çalışıyorlar. Kostümleri o dönemi yansıtıyor, yaptıkları işler, kullandıkları eşya da. Girdiğiniz odalarda birileri oturuyor oluyor ve size anlatıyorlar ne yaptıklarını. Fırınında örneğin ekmek pişiyor. Bir yerinde elma şekeri yapılıyor. 

Tabii ki bu tarz yerlerin en cazip kozlarından biri, hediyelik eşya dükkanları… Burada o kadar çok vakit geçirdik ki, treni kaçırdık. Bize iki seçenek sundular, ya bir sonraki treni bekleyeceğiz ki bir saati aşkın zaman var, ya da nehirin kıyısından yürüyerek gideceğimiz yere ulaşacağız. Yürümeye karar verdik. 

Nehirin kenarındaki bu yol, yürümeye gerçekten değdi. Nehirde, gezi-eğlence amaçlı gezintiye çıkmış bir sürü insan vardı. Tekneleriyle nehirde hareket halindeydiler. “Lock” dedikleri kapılar vardı ve bu kapılar aracılığıyla su seviyesini düşürüp, yükselterek yollarına devam ediyorlardı. Bizim de ganimetimiz yol kenarındaki böğürtlenler oldu. 

Bu nehirin kıyısından ayrılmadan devam ettiğimiz 1 saat 15 dakika süren yol boyu, insanlarla da sohbet ettik. Bir kişi bize nereden geldiğimizi sordu, Türkiye dediğimiz zaman “İstanbul” dedi, biliyormuş, gelmeyi çok istiyormuş, “dünyanın her yeri güzel, tek sorun politikacılarda” dedi eliyle de bir yandan para işareti yaparak. 

Yolun sonunda Shakespeare’in evine vardık. Shakespeare’le ilgili bazı şeylerin sergilendiği evde, ailesi, kardeşleri, karısı, çocukları hepsiyle ilgili eşyalar-dokümanlar vardı. Eserlerinin olduğu madalyonlar girişte sergileniyordu. 

Sonra ise, Shakespeare’in doğduğu eve girdik. Buraya gelen ünlülerin isimlerinin kazındığı bir cam vardı. Bir başka odada ise Shakespeare’in doğduğu yatak… Yatağın altından küçük bir yatak daha çıkıyor ve bu bebek yatağı olarak kullanılıyormuş. 

Dönüşte, Birmingham’da eve giderken Sarhole Mill isimli bir yere geldik. Söylenene göre, burası J.R.R. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ne konu olan Orta Dünya’yı yaratırken ilham aldığı yermiş. 

Ertesi gün ise Black Country Living Museum isimli bir yere gittik. Burası, eski bir İngiliz Köyü’nün müze haline getirilerek korunmuş haliydi. “Yaşayan müze” idi, hayat o köyde devam ediyormuş gibi… 

Bu köy geçimini madencilikten kazanıyormuş, ilk olarak da zaten kömürün çıkarılmasına dair araç gereçlerin tanıtımı vardı. Köyün girişinde, tramvay-otobüs hangarı karşıladı bizi. Eski kırmızı çift katlı otobüsler ve yeşil tramvaylar köy içinde gelen ziyaretçileri taşımaya devam ediyorlardı. 

Pisa Kulesi gibi, yine eğik bir ev varmış bu köyde o zamanlar. O evi bulunduğu yerden, şu an olduğu yere 3 ayda taşımışlar ve orada o eğikliği vermek için 4 yıl uğraşmışlar. Yine o dönemin kostümlerini giymiş gönüllü çalışanlar, bir yandan kilim örüyor, öte yandan insanlara nasıl yapıldığını öğretiyordu. 

Bir başka odada ise bir karı koca vardı ve önlerinde yine orada yıllar önce çekilmiş fotoğrafları duruyordu. Köyün okulunda halen temsili dersler yapılıyordu ziyaretçilerin görmesin için, fakat biz göremedik. Bunun için ders saatlerini yakalamak gerekiyor ki ben kendi okulumun ders saatlerini yakalamakta bile pek usta değildim laf aramızda. 

Okuldan çıkıp köyün öte yakasına geçerek köyün bir nevi alışveriş bölgesine girmiş olduk. Sağ tarafta pastane, onun yanında şekerci, sol tarafında eczane… 

Eczanede “eczacı taklidi” yapan kadın bizim Türkiye’den geldiğimizi görünce çok şaşırdı. Her gelene bizi gösterdi. Sonra o görevini devrederken biz de ayrıldık ve bu kez kiliseye girdik. Köyün sineması da halen işler durumdaydı. Tabii ki eski filmleri gösteriyordu ve bir Charlie Chaplin filmi vardı o gün. 

Sinemadan bir süre sonra ayrılıp, demir ocağına gittik. Gösteri zamanına denk gelmiştik ve demir işlemesini seyretme fırsatı bulduk. Sonra cam yapım atölyesi ve ardından bir kömür ocağına seyahat… 

Bu madene girerken o dönemle aynı koşullar içinde hareket etmemiz için düşük ışıklı bir kafa feneri ile bir kask veriyorlar yalnızca. İçeride de sanki faaliyet devam ediyormuş gibi, madencilerin konuşmalarını içeren bir de kayıt yayınlıyorlar bir yandan. 

Black Country’nin bu güzel ortamından ayrılarak eve döndük, ertesi gün Londra’ya yolculuk vardı. Birmingham günleri hep güzel kaldı aklımda, gezmek istedikten sonra her yerde görülecek bir şeyler var elbet. Tekrar gidip görmek isterim ben her gördüğüm yeri, buraları biraz daha çok…

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *