Salute Italia – 1: Roma.rar

Benim aklım hala Yunanistan’daydı aslında. İlla da gidilecekse başka bir yere madem, Malta vardı, İran vardı, Slovenya vardı, Almanya vardı. İtalya nereden çıktı?

Sonra annemler benimle bir yerlere gitmek istediler, o bir yerin de iki alternatifini koydular önüme. Ya İtalya’ya gidecektik, ya da Orta Avrupa’ya. Ben Orta Avrupa’ya henüz gitmiştim, madem öyle, İtalya’ya razı oldum. Aramıza bir aile daha katıldı, otelden otobüsümüze rahat binelim, yerimiz uçağımız tam hazır olsun diye bir fikre kapıldı annemler ve bu kez zorla bir tura yazdırdılar beni. Esnetebildiğim kadar esnettim, 7 gün içinde toplam 4 gün serbest zaman bırakmış bir tura razı ettim herkesi ve kaydolup zamanı beklemeye başladık.

Beklerken sırf bu tur yüzünden Yunan Adaları gezisini reddettim, sırf bu tur yüzünden Rodos’a, Sakız’a, Midilli’ye bile gidemedim. İtalya beni Yunanistan’dan koparan ülke oldu, hani açıkçası çok da hevesle beklemedim İtalya seyahatini.

Her gezinin başlangıcında olduğu gibi, Lonely Planet’ten rehberimi sipariş ettim. Roma’yı okumakla başladım, okudum okudum, anlamadım. Ne büyüktü bu şehir, neresini görecektik, nasıl sığdıracaktık iki güne… Ve sonunu baştan söyleyeyim, sığdırdık. İşte bu yüzden başlığı “Roma.rar” koydum, sıkıştırılmış, ama hani aslından biraz küçültülmek dışında çok da farkı olmayan bir Roma turu bu anlatacağım size bu uzun peşrevden sonra.

6 Eylül günü İstanbul’a geldiğimizde, artık heyecanlanmaya başlamıştım. Hatta, Cumartesi günü uçaklar grev sebebiyle kalkmadı diye telaşlanmış, ya bir aksilik olursa diye üzülmeye başlamıştım kimseye çaktırmadan. Grevi bilmeseler daha iyiydi hani…

2002’den sonra ilk kez Atatürk Havalimanı’ndan bir uçağa binmek üzere sabah saat 6’da havaalanından içeri girdik. Türk Hava Yolları’nın tüm kontuarlarında bir sürü insan bekliyordu, o sıradan bir saatten önce çıkmak mümkün değildi. Vaktimiz vardı gerçi, ama yine de ne gerek vardı bu kadar beklemeye? Mecburen girdik bir sıraya, beklemeye başlayalı 10 dakika olmamıştı ki, karşımızdaki bomboş sırada bir Türk Hava Yolları ışığı yandı, sonra ikincisi. Kimse fark etmemişti, annemlere “koşun” dedim, “yeni kontuar açıyorlar…” Biraz uyanıklıkla check-in işlemlerimizi 15 dakikada hallettik saatler yerine ve artık uçak saatini bekleme zamanı.

Grev sebebiyle iptal olan uçaklar yüzünden, bizi götürecek uçak değişmiş ve bu ufacık bilgi check-in’de bize söylenmemiş. Dolayısıyla, aldığımız yerden bizim beklediğimiz yerler değil. Önümüzde çift koridorlu büyük bir uçak var, bizim cam kenarı diye aldığımız F sırası ortadaki dörtlü koltuğun orta yerinde bir yer.

Lafı uzatmayalım, yaklaşık 2 saat 5 dakikalık bir uçuşun ardından Roma Termini Havaalanı’na indik. İtalyanlar bu havaalanı işine pek kafa yormamışlar, dönüşü yaptığımız Venedik dahil hayatımda gördüğüm en kullanışsız, en işlevsiz havaalanlarıydı.

Sabah saat 10’da indik Roma’ya ve 11.30’da otobüsümüzle yola çıktık. İlk durak Kolezyum… Lakin turla geziyoruz ve burada çok fazla vaktimiz olmayacak, toplam 40 dakika verdi rehber bize ve şöyle bir cümle kurdu: “İçinde zaten bir şey yok ki…”

Tura karşı nötr olarak geldim ve ilk gördüğümüz yerde tüm izlenimlerim eksilere düştü nihayetinde. Ben bu içinde bir şey yok denen Kolezyum’u anlatıyım size biraz.

M.S. 69-79 yılları arasında  hüküm sürmüş Vespasian tarafından yaptırılan bu arena, oğlu Titus tarafından 100 gün gece kesintisiz süren ve 5.000 hayvanın telef olduğu oyunlarla açıldı. Bu içinde hiçbir şey olmayan(!) arenayı, topluca bir bilinçdışı sürüklenmeye maruz kalmış olacaklar ki, 5 milyon turist ziyaret ediyor.  Neyse, tur ertesi gün Pompeii’ye gidiyor olabilir, ama biz gitmiyoruz. Dolayısıyla buraya geri döneceğiz, sinirlerime hakim olmalıyım, turla geldim, daha fazlasını beklememeliyim…

Nihayetinde 40 dakikanın ardından biz Kolezyum’dan ayrılıyoruz ve koskoca Roma’da görülecek hiçbir yer kalmadığından, koştura koştura tamamen tadilatta olan Fontana di Trevi’ye gidiyoruz. Elbette bu bölge de önemli, ama orada koca Forum duruyor, orada Paletino Tepesi duruyor, orada koskoca tarihi şehir merkezi duruyor ve biz hepsini atlıyoruz, otobüsle önünden geçtiğimiz Venedik Sarayı gibi yerleri görüyoruz ancak ve aslında hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen adını Aşk Çeşmesi taktığımız Trevi’ye gidiyoruz.

Çeşmede su yok, aslında şu an Çeşme’de görünen pek bir şey yok. Dışı tamamen iskeleyle kaplı ve sonrasında sanırım “aman paralar gitti” diye düşünmüş olacaklar ki, çeşmenin ön tarafına insanlar para atsınlar diye ufacık bir havuz yapmışlar ve orada yığılma var. Bizim burada yaklaşık 1 saat 15 dakika vaktimiz var. Kolezyum’da 40 dakika varken, yemek molası bahanesiyle, ufacık Trevi alanında 1 saat 15 dakika vaktimiz var.

Ben İtalya’ya geliyorum diye Türkiye’de pizza yememişim uzun zamandır, dolayısıyla hemen Trevi Meydanı’ndaki bir pizzacıya atıyorum kendimi. Sucuklu salamlı ve bol baharatlı, harika bir dilim pizza yiyorum. (2 Euro).

Biraz dolaşıyoruz etrafta, bir sokakta bir dondurmacıya giriyoruz. İtalyanlar dondurmaya “gelato” diyorlar, topları bizimkilerden kat kat daha büyük. İki top dondurma yiyoruz (2.5 Euro) ama sanki Türkiye’de 4 top yemişiz gibi. Gerçekten lezzetli, belli ki bu işi iyi biliyorlar.

Pizzaydı, dondurmaydı, hafif bir yürüyüştü derken buluşma saatimiz geliyor ve yine Trevi Çeşmesi’nin orada buluşup yürüyerek İspanyol Merdivenleri’ne gidiyoruz. İspanya Meydanı’nda (Piazza Spagna) bulunması dışında (ki bu isim de o meydanda bulunan İspanya Büyükelçiliği’nden gelmekte) İspanya’yla hiçbir ilgisi olmayan bu merdivenler benim hayal ettiğim kadar görkemli değil. Fakat çok kalabalık, insanların vakit geçirdiği bir yer burası.

Merdivenleri tamamen tırmanıp sağa döndüğünüzde Villa Borghese’ye geliyorsunuz. Bahçelerin bulunduğu yerden harika bir Roma manzarası bekliyor sizi, seyretmeye doyamayacağınız.

İspanyol Merdivenleri’nden tam karşıdaki sokağa girdiğinizde ise önemli bir kafe görüyorsunuz, Caffe Greco. Burası önemli çünkü, Casanova, Goethe, Wagner, Keats, Byron, Shelley, Baudelaire gibi isimler 1760 yılında açılan bu kafede yudumlamışlar kahvelerini zamanında. Fiyatları da buna göre fazla tabii, ama fiyatları düşürmenin yolu tüm İtalya’da olduğu gibi burada da kahvenizi oturarak değil, kafenin barında yudumlamak.

İspanyol Merdivenleri çevresinde vaktimiz bu kadar, buluşma yerimiz olan Popolo Meydanı’na doğru yürüyoruz. Burası Roma’nın kuzey kapısı olmuş uzun yıllar boyu, her gelen yeniden düzenlemiş meydanı neredeyse ve son halini 1823’te Giuseppe Valadier zamanında almış. Tüm Roma’da olduğu gibi bu meydanda da antik Mısır’dan getirilmiş bir dikilitaş görüyorsunuz.

Otobüsümüz bizi Popolo Meydanı’ndan alıyor ve bu kez istikametimiz dünyanın en küçük ülkesi Vatikan. Burası Katolik dünyanın merkezi, kendi ordusu, posta teşkilatı, gazetesi ve hatta radyosu var. İsviçreli askerlerden oluşan ordusu 1506’dan beri Papa’yı koruyor, Michelengelo tarafından tasarlanan kıyafetleri halen kullanılıyor (iyi ki). Vatikan’ın en önemli yapısı da elbette San Pietro Bazilikası. İçeride üç önemli başyapıt var, Michelangelo’nun Pieta’sı ve kubbesi, Bernini’nin altarı. Bazilika günde 20.000 turisti ağırlıyor yoğun günlerinde. Uyarmakta fayda var, dizüstünde olan şortlarınızı ve kolsuz tişörtlerinizi giymeyin, aksi takdirde kapıdan çevriliyorsunuz.

Bazilika İmparator Constantine tarafından yaptırılıyor ve 15. yüzyıla kadar yeniden, yeniden restore ediliyor, düzenleniyor. 15. yüzyılın ortalarında Papa V. Nicholas ilk büyük hamleyi yapıyor ve sonrasında II. Julius tarafından sürdürülüyor.

Vatikan’daki tek durağımız olan San Pietro’dan ayrılıp artık otele dönme vakti. Konakladığımız yer Cornelia bölgesinde, tren istasyonuna 11 metro durağı uzaklığında. Otelin bulunduğu yerde yiyoruz akşam yemeğimizi. Elbette yine pizza ve yanına güzel bir bira… Artık biraz dinlenme vakti.

Ertesi sabah…

Artık özgürüm, özgürüm, özgürüm… Başka bir ülkeye gezmeye geldiğimi yeni anlıyorum henüz. O en sevdiğim hisler kaplamaya başladı içimi. Yolu bilmiyorum, yaşasın, yolu bilmiyorum! Öyleyse haritaya bakmam gerek artık, kendi işimi kendim görmem lazım.

Metroya binip Termini’de aktarma yapıyoruz ve Kolezyum’un bulunduğu Colosseo durağında iniyoruz metrodan. Çıkar çıkmaz karşımızda Kolezyum. Ben elbette içine gireceğim, annemler de dışarıda beni bekleyecekler. Sıra henüz çok uzun değil, zira günlerden Pazartesi ve çoğu insan sabah Vatikan Müzeleri’ne akın ediyor(muş).

Yarım saatlik bir bekleyişin ardından (ki bu emin olun çok uzun bir süre değil, bir önceki gün uzayan sıraya girseydim herhalde 1 saati aşacaktı), Kolezyum’un içine giriyorum. (12 Euro – forum ve Palatino Tepesi’ne giriş dahil…) Biz buradan yalnızca birkaç saat içinde ayrılmak zorundayız, ama hakkıyla gezmek istiyorsanız bu üçlemeye 1.5 gün ayırmanız gerek. Nitekim aldığınız biletler 2 gün geçerliler, yani ertesi gün dönebilir ve aynı biletle içeri girebilirsiniz.

İçinde hiçbir şey yok şeklinde, üstelik bir rehber tarafından yaftalanan (aynı rehber Floransa’da bir başka laf daha edecek) Kolezyum’un içi muazzam bir alan. Benim size önerim aynı zamanda bir sesli rehber de kiralamanız, zira İtalyanlar tüm ülke genelinde ören yerlerine ve müzelere açıklama koymak konusunda epey ketum davranmışlar, rehberiniz olmadan pek anlayarak dolaşamıyorsunuz. Ben bunu bilmiyordum ama neyse ki elimde rehber kitabım var.

Kolezyum’un hemen dışından Palatino Tepesi’ne ve hemen ardından Forum’a geçiş yapabiliyorsunuz. Roma’nın kuruluşu ve antik dünya açısından çok büyük önemi olan bu iki araziyi (annemlerin çok istekli olmamaları sebebiyle de) biz içerisine girmeyip kenarından dolaşıp inceleyerek atlamak zorunda kalıyor ve Venedik Meydanı’na yürüyoruz forumun yanından ağrı…

Amacımız tarihi şehir merkezine gitmek, Venedik Sarayı’nı geçerek giriyoruz tarihi şehir merkezi sınırlarına. Argentina Meydanı kısmından girerken, Sezar’ın, “sen de mi Brütüslediği” yeri görüyorsunuz. İlk istikametimiz elbette Pantheon.

Antik Roma’nın en iyi korunmuş anıtlarından biri, 2.000 yıllık bir tapınak karşımızdaki. Bugünkü formunun ilk işaretleri M.S. 120 yılında Hadrian tarafından verilmiş, burada aslında M.Ö. 27 yılında yapılmış bir tapınağın üzerine inşa edilmiş. Pantehon kelimesi köken olarak Yunanca’da “tüm Tanrılara…” anlamına geliyor, ama burası 608 yılında bir Hristiyan kilisesi halini alıyor ve tabii ki ismi de resmi olarak Santa Maria ve Martyres Bazilikası olarak değiştiriliyor. Rönesansta Floransa’nın Duomo’suna ilham kaynağı oluyor.

Bugün içeride aynı zamanda Raphael’in mezarını görebiliyorsunuz.

Roma’nın tarihi kent merkezini gezmek aslında çok kolay, sokaklara girip kaybolabilirsiniz ve karşınıza birçok meydan, kilise, şık ya da uygun fiyatlı pizzerialar, çok güzel hediyelik eşyacılar, ahşap satan yerler, makarnacılar çıkar.

Ve tabii ki birçok kişi için şehirdeki en iyi espressoyu yapan Sant Eustachio il Caffe’yi atlamayın. Oturursanız, kahve fiyatları ikiye katlanıyor. Üstelik oturmanıza hiç gerek yok, zaten çoğu kişi oturmuyor. Kafenin barında ve elinize aldığınız bardağınız kapının önünde içebilirsiniz kahvenizi.

Buralarda dolaşırken muhtemelen yorulacaksınız ve molanızı da Piazza Navona’da vereceksiniz. Sokak sanatçılarıyla, güzel restaurant ve kafelerle dolu bir meydan burası. 300 yıl boyunca şehrin pazar yeri durumunda olan bu meydanın adı, Yunanca’da, “halka açık oyunlar” anlamına geliyor. Meydan üç havuz-çeşme, yine bir dikilitaş var.

Bizim buradan sonra amacımız Vatikan Müzeleri, ama zaman çok kısıtlı. 4.30’dan önce içeri girmemiz lazım, zira sonrasında kapılar kapanıyor. Fakat bu yoğun tempoda annemler çok yoruldular ve artık hızlı hareket edemiyorlar. Saat 4 oldu bile ve biz Vatikan Müzeleri’ne çok yakınız. Başaramıyoruz… Roma’da aklımda kalan tek yer burası, Vatikan Müzeleri…

Trevi’nin o minyatür havuzuna attığım para beni Roma’ya döndürür mü bilmiyorum, ama dönmem gerek.

Başta söyledim ya aklım Yunanistan’daydı, İtalya hiç aklımda yoktu, hevesim de kaçmıştı diye. Asıl cümleyi sona sakladım: Ben Roma’ya aşık oldum.

Nasıl Giderim? 

Roma’ya Alitalia’nın İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan, Pegasus Havayolları’nın İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan ve Türk Hava Yolları’nın ise her iki havalimanından doğrudan uçuşları var. 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *