Sabah erkenden kalkıp otobüs garajına yürüyoruz. Aslında elimdeki “Lonely Planet” rehberi, trenle Novi Sad’ın 1.5 saat sürdüğünü söylüyor, ama kime rastladıysak hep “4 saat” lafını işittiğimiz için, durumu riske atmayıp otobüse binmeye karar veriyoruz. Belgrad – Novi Sad arası otobüsün ortalama ücreti gidiş geliş 13 Euro. Şirketler arasında ufak farklılıklar olabiliyor.
Novi Sad’a olan yolculuğumuzda bize, bir önceki akşam arkadaşımın markette tanıştığı ve Belgrad’ı gezmeye gelmiş bir başka Türk eşlik ediyor.
Novi Sad, Sırbistan’ın Voyvodina bölgesinde yer alıyor. Bu bölge, Macaristan’a yakın bir bölgede yer alıyor, fakat bölgedeki insanlar bölgelerinde yaşayanların Macar kökenli zannedilmesinden ve kültürlerinde Macar etkisi aranmasından şikayetçiler. Bölge aynı zamanda genel olarak Türklerin pek de sevilmediği bir bölge olarak biliniyor, bunu gerçi yalnız tek bir durumda hisseder gibi olduk.
Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından Novi Sad’a iniyoruz, şehir merkezine yürüyerek gideceğiz. Elimizdeki Lonely Planet rehberinde bulunan ufak haritaya göre bir yol belirliyoruz, yolda birkaç kişiye de sorarak nihayet şehir merkezine çıkıyoruz. Şehir merkezine ana meydandan giriyoruz ve karşımıza şehrin en büyük kilisesi çıkıyor. Meydanda bulunan “Turizm Bilgi Merkezi” ilk adresimiz… İçeri girerek bir harita istiyoruz. Bize verdikleri harita aynı zamanda bir şehir rehberi, yanında da küçük boyutlarda, hafif kalın bir kitapçık veriyorlar. Bu turumuzda gördüğümüz, en iyi hazırlanmış harita… Nereden geldiğimizi soruyor, “Türkiye” diyoruz ve aradaki soğumayı bir şekilde hissediyoruz, Novi Sad turumuzdaki tek olumsuz yaklaşım bu gördüğümüz.
Haritayı elimize aldıktan sonra Novi Sad Sinagog’una doğru yola koyuluyoruz. Bu sinagog, bugün faal değil. Yalnızca konserlere, festivallere ev sahipliği yapıyor. Biz de içine giremiyoruz, böylece ben bir sinagogun daha kapısından dönmüş oluyorum. Novi Sad’ın eski şehrinin sokaklarını dolaşıyoruz. Genel olarak, klasik Avrupa mimarisinde binalar çıkıyor karşımıza, güzel bir parka uğruyoruz. Bu parkta biraz soluklandıktan sonra, hedefimiz, Novi Sad’ın asıl ilgi çekici yeri belki de: Petrovaradin.
Burası bir “kale-hisar-suriçi” olarak tanımlanabilir. Etrafı surlarla çevrili bir şehir de diyebiliriz. Fransız mimar Vauban tarafından tasarlanmış ve 88 yılda inşaa edilmiş. İnşaası 1780 yılında sona ermiş. Buranın yapımına dair çok olumlu şeyler söylemek mümkün değil sanırım. Günde ortalama 70 kişi ölüyormuş bu kalenin inşaasında ve inşaatta köleler, katiller, hırsızlar çalıştırılıyormuş. “Tuna’nın Cebelitarık’ı” diye anılıyor burası bugün…
Bu kalenin asıl yapım amacı ise şehri Türk saldırılarından korumak ve döneminde Avusturya-Macaristan ordusunun askerleri burada bulunuyormuş.
Kaleye çıktığınız zaman, girişteki binaların çatıları gerçekten çok etkileyici gözüküyor ve girer girmez ilk karşınıza çıkan ise Saat Kulesi. Bu kule Avusturyalılar tarafından yaptırılmış ve saat kulesini gören her evden, “saat vergisi” alınmış, Deli Dumrul misali.
Bu saat kulesini de içeren bir tişört tasarımı çok hoşuma gidiyor, duvarda görüyorum, bir de mağazanın ismi var, mağaza muhtemelen çok yakınlarda bir yerlerde ama hem bütçemiz bir tişörte daha para verebileceğim durumda değil, hem de vaktimiz yok.
Novi Sad, asıl olarak “Exit Festival” ile ünlü. Bu festivale dünyaca ünlü gruplar katılıyor ve Avrupa’nın her tarafından ziyaretçi topluyor. Bu festival zamanı, şehir alışık olmadığı bir canlılık içerisinde oluyormuş, festival maalesef biz Novi Sad’a gitmeden bir hafta önce olmuş, kaçırdığımız için üzüldük. Şehrin o halini de görmek isterdik. Exit Festival, ilk olarak 2000 yılında düzenlenmiş ve bu festival yeni jenerasyon genç Sırpların, Miloseviç’e karşı hareketlenmesi olarak bugün görülüyor. O günden bu yana her yıl binlerce insan bu festivale geliyorlar. Bugüne kadar festivale, Manu Chau, Sex Pistols, Snoop Dogg, Prodigy gibi gruplar katılmış.
Kaleyi dolaşırken, beraber geldiğimiz, biraz önce bahsettiğim arkadaşımızın ayağı sakatlanıyor. “Sizi ben kalenin girişinde bekliyorum” dedikten sonra biz kaleye giriyoruz, fakat çok da içimize sinmediğinden bir süre sonra çıkıyoruz. Fakat o etrafta yok. Bir kez daha kaleye girip, bir de içeride arıyoruz onu. Yine bulamıyoruz. Telefonla arasak da, telefona cevap vermiyor. Biz de kaleden çıkıp, dolaşarak şehre geri dönüyoruz. Aklımız onda…
Şehirde de bir yandan bakınıyor, bir yandan da etrafı seyrediyoruz. Yemek yiyecek yer ararken, en sonunda Mc Donalds’a karar veriyoruz. Her ne kadar gezilerde, bu tarz küresel firmalardan yemek yemek bana saçma gelse de, her nasılsa Novi Sad’ın dolaştığımız kısımlarında yemek yiyebileceğimiz daha makul başka bir yer göze çarpmıyor. Biz de, “madem öyle değişik bir şeyler yiyelim” anlayışıyla, “Mc Italia” ve “Karides” yiyoruz, “en azından Türkiye’de bunlar yok” diye kendimizi avutarak.
Biz yemek yerken, ayağı sakatlanan arkadaşımız geliyor, tesadüfen çıkıyor karşımıza. Kalenin kapısında beklerken bir grup genç delikanlı, rahatsız etmişler onu. Laf atmışlar ve bunu şiddete dönüştürmeye çalışırlarken can havliyle kaçmış, tabii son gücünü de o kaçmaya harcadığı için ayağı iyice harap olmuş. Bir şekilde bir eczaneye girmiş, istediği ilacı çat pat anlatmaya çalışmış, başaramamış, imdadına İngilizce bilen birileri yetişmiş ve nihayetinde ayağını merhemletip sardırmayı başarmış.
Yemekten kalktıktan sonra, pek de hızlı yürüyemediği için yavaş yavaş otobüs garajına doğru gitmeye karar veriyoruz. Garaja vardığımızda, bir hareketlilik dikkatimi çekiyor. Gelen otobüsler ve kalabalığın bindiği otobüsler hep yazlık şehirlere gidiyorlar. (Burada genel olarak hepsi Karadağ’a gidiyor, Budva’ya, Kotor’a, Herceg Novi’ye…) İnsanların telaşı, giyimleri, ellerindeki bavullar… Mutlu mutlu seyrediyorum, ben burada da yazları otogarları çok severim. Kalkan her on otobüsün sekizinde yazan yazılar, “Çeşme”, “Erdek”, “Altınoluk”, “Bodrum”, “Antalya”… Bu otobüslere binen insanların mutlulukları… Hep hoşuma gider, mola yerlerinde bu farklı yerlere giden otobüsler birleşirler ve yine oradaki insanların hallerini seyrederim mutlu mutlu. Yine aynı hislere kapılıyorum ve seyrederken, bizim de otobüsümüz geliyor. Binip gidiyoruz.
Otobüs garajında indikten sonra, yollarımız ayrı. Vedalaşıyoruz ve ben ve geziyi beraber yaptığım arkadaşım, hostelimize dönüyoruz. Bir önceki yazıda bahsettiğim gibi, hostelimizin sahibi çok cana yakın. Epey bir süre sohbet ettikten sonra, dışarı çıkıyoruz. Sırp birasının da tadına bakıyoruz, sanırım şu ana kadar en sevdiğim bira Kosova’daki oldu.
Akşam Üsküp’e yolculuk var, hostelimizin sahibi bizi arabasıyla otobüs garajına bırakmayı teklif ediyor. Reddediyoruz, ama ısrar ediyor. O kadar çok ısrar ediyor ki, en sonunda kabul ediyoruz. Arabayla giderken sohbet ediyoruz elbette yine, hostel işine yeni insanlarla tanışmak için girdiğinden ve şimdilik çok mutlu olduğundan söz ediyor.
Ben de özeniyorum, “Ankara’da iş yapmaz ama, İstanbul’da bir hostel mi açsam” diye niyetleniyorum. Hala da hevesim var, ama nasıl? Bu işler Türkiye’de kolay mıdır, değer mi bilmiyorum. Önce biraz kendi işimi yapmam lazım ki hostel açacak bir sermaye elde edebileyim. Hayal dünyasında sınır yok!
Gece “Niş Ekspress” isimli firmayla Üsküp’e doğru yola çıkıyoruz. Bir sonraki yazı, son Balkan yazısı olacak nihayet. Üsküp’ü anlatacağım. Çok fazla bir şey göremediğimizi, neden böyle olduğunu, yaptığımız en büyük beceriksizliği söyleyeceğim size, bir de Üsküp’te edindiğimiz arkadaşlarımızdan bahsedeceğim, Üsküp’ün en iyi yanından…
Leave a reply