On Dört Günde Balkanlar 9 – Belgrad

Belgrad tren garına indiğimizde, Balkan turumuz boyunca tüm otogar ve tren garlarında rastladığımız gibi, ellerinde ufak broşürlerle otellerine müşteri bulmaya çalışanlar karşıladı bizi. “Rezervasyonumuz var” diye atlatmaya çalışırken bir Türk’e denk geldik, o da otel pazarlıyordu. Onu da reddettik, fakat tabii ki yakamızı bırakmadı, biz zar zor ikna ederek kendi hostelimize doğru yola koyulduk.

Öncelikle kaldığımız yerden biraz bahsetmek istiyorum. Şehir merkezine çok yakın bir noktada “Shine Hostel” isimli bir yerde kaldık. İki kişilik “dormda”, iki kişilik, fakat odanın içinden geçilerek bir özel odaya giriş var, dolayısıyla iki kişi de olsanız odanız özel oda olmuyor.

Bugüne kadarki yazılarda kaldığımız yerlerden bahsetmeyip, bu yazıda böyle özel bir yer ayırmamın sebebi var. Çünkü biz buraya hayran kaldık! Mükemmel bir yer olduğundan değil, sıradan bir apartman dairesinin odalarını hostele çevirmişler. Fakat burada gördüğümüz misafirperverlik ayrıydı, otelin sahipleri (iki kuzen işletiyorlar) o kadar yakın davranıyorlardı ki, gece geç vakte kadar uykusuzluğu göze alıp oturduk. Bu misafirperverlik lafta da kalmıyor, kalkıp size kahve bile yapabiliyorlar.

Belgrad’a vardığımızda hava kararmıştı, biz de gezme işini ertesi güne bıraktık, yemek yiyecek yer de muhtemelen beceriksizliğimiz yüzünden bulamayınca, bir yerde Yunan yemekleri yedik.

Ve ertesi gün…

Belgrad, ya da o bölgede daha yaygın haliyle “Beograd”, “beyaz şehir” anlamına geliyor. Şehir asıl olarak gece hayatıyla turist çekiyor, biz vakitslikten ve yorgunluktan gece hayatını pek fazla gözlemleyemedik, gerçi ben pek sevmem açıkçası gece çıkıp deliler gibi eğlenilen yerleri, daha çok arkadaşlarımla sakin bir yerde oturup, arka planda hafif bir müzikle, bir iki yudum eşliğinde güzel bir yemek yiyip, geç vakte kadar sohbet etmektir her zaman tercihim…

Sabah otelden yürüyerek “Republike” yani Cumhuriyet Meydanı’na çıktık. Meydan üzerinden yine yürüyerek, Knez Mihailova caddesine girdik. Burası Belgrad’ın merkezindeki bir cadde ve trafiğe kapalı. İki tarafında tarihi (bana göre güzel binalar olmakla birlikte, çok da etkileyici ve büyüleyici olmayan) binalar var, bu cadde geceleri yerini Bohemian bölgesine bırakıyor. Knez Mihailova üzerindeki kafeler, dondurmacılar, patlamış mısırcılar, elbette hediyelik eşyacılarla birlikte uzayarak Kalemegdan’a çıkıyor. Bu kelime “kalemeydan” şeklinde okunuyor ve tahmin edilebileceği gibi, Türkçe’den kalma seslenişi.

Kalemegdan esas olarak, Kelt dönemine kadar uzanan bir tarihe sahip, Romalılar döneminde iyice geliştirilmekle birlikte, bugün ayakta kalan yapılan birçoğunun Avusturya – Macaristan ve Osmanlı döneminden kalma olduğu söyleniyor. Knez Mihailova’dan çıktığınızda, Kalemegdan’a gireceğiniz kapının adı ise “İstanbul Kapısı” ve 1750 yılında Osmanlılar döneminde yapılıyor. Bu alanda, askeri bir müze, saat kulesi, anıtlar ve bir de kilise var. Bölgenin hemen dışında ise hayvanat bahçesi bulunuyor. Balkan turumuzda şu ana kadar gezdiğimiz bölgeler Katolik egemen bölgelerken, Sırbistan ise Ortodoks. Sırp Ortodoks Kilisesi zaten çoğunuz tarafından bilinen bir olgudur, Kalemegdan’da girdiğimiz kilisede buna bağlı olarak yeni kurallarla karşılaştık. Kiliseden çıkarken asla arkanızı dönmemeniz gerekmesi gibi, veya içeride ibadet edenlerin kilise içerisinde bulunan tüm resimleri tek tek öpmesi…

Kalemegdan’dan çıktıktan sonra, kardeşimin isteğini yerine getirmekte sıra… Sırbistan’ın çıkardığı en ünlü insanlardan birisi de, son dönemde Novak Djokovic ve kardeşim kendisinin giydiği tişörtlerden istemişti… Djokovic, Belgrad’da bir tenis akademisi kurmuş ve içerisinde bir de hediyelik eşya mağazası var elbette. Bulmamız biraz zor oldu, fakat ulaştığımızda mağazadan kardeşimin istediği tişörtlerden, çok da uçuk olmayan fiyatları sayesinde (20 Euro verdim) bir tişört almayı başardım. Çıktıktan sonra, akademinin de kenarında bulunduğu nehre karşı oturuyor, Tuna ve Sava nehirlerinin birleşimini izleyerek serinliyoruz.

Ardından tekrar yürüyerek Nikola Tesla Müzesi’ne gittik… Ve tur boyunca yaşadığım en büyük hayalkırıklıklarından birisini yaşadım. Müze kapanmıştı, saati ayarlayamamıştık. (Belgrad’a dönmek için ilk sebep…)

Boynumuzu büktük ve Dorcol’a gittik. (Dörtyol diye okunmakta), yine adı tahmin edilebileceği üzere Türkçe kökenli, bölge Belgrad’ın tek tarihi camiisini barındırıyor. Bayraklı Camii… İçerisinde ve önünde sürekli polis bekliyor, zira camii 2004’te saldırıya uğramış Sırbistan – Kosova çatışmaları esnasında.

Terazije Caddesi’ne gelirsek, burası da Belgrad’ın en geniş caddelerinden biri zannediyorum. Otelimizin bulunduğu cadde de gerçi epey geniş bir caddeydi. Caddeden aşağı doğru baktığımızda resmi binaların yoğun olduğu bir cadde olduğundan, her yer Sırbistan Bayrakları ile doluydu. Bu cadde ise daha çok pek bir özelliği olmasa da, gezi caddesi olarak tanımlanabilir. Üzerinde ünlü Moskova Oteli’ni de barındırıyor.

Ve Belgrad’daki son durağımız St. Sava Kilisesi… Kilise tadilatta (genel olarak 1894’ten beri) ve içerisinde bulunması gereken birçok eseri göremiyorsunuz. Kilisenin bulunduğu bölge Osmanlı döneminde yakılmış. Kilise Belgrad’ın en büyük kilisesi ve büyük bir parkın içerisinde bulunuyor. Burada bizi bir “akıllı-deli” karşıladı, uzun bir sohbete koyulduk. Daha çok o anlattı, biz dinledik. Dünya barışını sağladık ve ayrıldık.

Dönüşte ise otelimizin yakınında bulunan Milli Savunma Bakanlığı kalıntılarını görüyoruz. Bu bina, 1999 yılında NATO tarafından bombalanmış ve bugün bombalandığı haliyle tutuluyor. Yolumuzun üzerinde Yugoslav dönemi araçları sergileniyor ve bir de yine tadilattaki St. Mark Kilisesi var.

Hostelimize dönerek Belgrad gezimizi sonlandırıyoruz. Zemun ve Ada kaldı. (Belgrad’a dönmek için 2. ve 3. sebep.)

Belgrad’dan ve Sırbistan’dan bahsederken belli bazı konulara girmemek olmayacak. Sırbistan, “Balkanların günah keçisi” ilan edildiğini düşünüyor, bölgedeki iç savaş esnasında herkesin birbirine karşı bir şeyler yaptığını ve tüm bu olanlar karşısında bir tek kendilerinin suçlu olmasının adaletsiz olduğunu düşünüyorlar.

Konuştuğumuz Sırplardan bazıları, ülkelerinin elbette masum olmadığını, katliamlara sebep olduklarını, insanlık suçu işlediklerini bildiklerini söylediler. Fakat, bir tek kendilerine yüklenilmesinin de haksızlık olacağından bahsettiler. Nitekim, yüzeysel bir şekilde Balkanlar’ın 90’lardaki halini izlediğimizde, Hırvatların da altta kalır yanları olmadığını görmek mümkün diye bahsettiler…

Bugün ise Sırplar, Avrupa Birliği hayalleriyle geleceklerini yeniden inşaa etmeye çalışıyorlar. Şu an ise karşılarında Kosova’nın bağımsızlığı gibi yeni bir sorun var. Karadağ’ın bağımsızlığını sessizce kabul eden Sırbistan, Kosova’yı neden kabul etmiyor? Bu sorunun cevabı çok çeşitli aslında. Birçok Ortodoks kilisesinin – ki bunlar önemli kiliselermiş- bugün Kosova sınırları içerisinde kalması sebeplerden biri olarak gösteriliyor. Karadağ ile zaten çok benzer olduklarının, fakat Kosova’nın bağımsızlığının ise Kosovalıların, Arnavutluk ile iyi ilişkiler kurmasının Sırbistan’a zarar vereceği söylemi de sebeplerden bir başkası. Bölge hala sakin değil, sınırlarda çatışmalar dönem dönem halen alevleniyor. Kosova üzerinden Sırbistan’a gitmek mümkün olmakla birlikte, gezinizin devamı riskli. Kosova damgası olan pasaportları Sırbistan halen ülkesine kabul etmiyor.

Ayrıca tahmin edilebileceği gibi Sırbistan, Yugoslavya dönemine en çok sahip çıkan ülke bugün Balkanlarda. Galiba, Yugoslav ordusuna ait araçları, anı eşyalarını en çok burada gördük. Bu diğer ülkeler Yugoslavya’dan nefret ediyor demek değil. Balkan ülkeleri arasında Tito dönemi Yugoslavya üzerinde genel bir saygı – özlem olduğundan söz edilebilir bizim gözlemlerimizle, “Tito Caddesi” tüm başkentlerde gördüğümüz bir cadde ismiydi örneğin, Tito’nun yaptıklarından ve o dönemki Yugoslavya’dan da insanlar da genel olarak olumlu bir şekilde bahsediyordu, aslında kendilerinin ne kadar iyi geçindiğinden, fakat Avrupa’da böyle bir ülke istenmediği için bu iç savaşın hazırlandığından sık sık bahsettiler, bunun yanında tabii ki “Tito” aynı zamanda bir ticari meta olarak da turizmin hizmetine sunulmuştu, fotoğrafının olduğu magnetler, bardaklar her yerde satıştaydı, ama Tito sonrası için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil, hepimizin bildiği dönem başlıyor. Bu dönemin ne kadar kendiliğinden geliştiği, ne kadar hazırlandığı ise şüpheli?.. 2002 yılında ise Yugoslavya ismi tarihe karışıyor. (Bugün Makedonya’nın “Eski Yugoslav Cumhuriyeti” şeklinde, özellikle Yunanistan’ın baskısıyla tanımlanmasını saymazsak.)

Her şey bir yana, Sırbistan’ın tarihinde bir Milosevic duruyor.

Son sözü söylerken ise, her ne kadar daha çok “eski şehir” kısmıyla sınırlı kalmak zorunda kaldıysak da, Belgrad hoşumuza gitti. Ertesi gün Belgrad’ı gezmeye devam mı, Novi Sad mı diye düşünürken, Novi Sad’a gitmekte karar kıldık.

O da sıradaki yazının konusu!

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *