Yunanistan 4 – Kavala

Selanik’te bulunan KTEL Makedonya Otobüs İstasyonu’nda, her şehrin kendi bankosu bulunuyor ve bazen biraz karışabiliyor durum gitmek istediğiniz şehri bulana kadar, ama genelde belli bir sistematik ile yerleştirilmiş bankolarHer ne kadar bilgilerde, “diğer bankolarda diğer şehirlerle ilgili bilgi verilmez” dense de, insanlar size yardımcı oluyorlar seve seve. Böyle kurallar, Akdeniz ülkelerinde pek işlemiyor herhalde koyulsa bile… 

Biz de Kavala biletimizi alarak (15 Euro, tek yön) otobüs saatini beklemeye başlıyoruz. Bugün Kavala’da çok fazla zamanımız olmayacak, zira saat akşama yaklaştı bile. Kavala’ya yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından vararak, Oceanis Otel’e yerleşiyoruz. Ne tarihi bir bina, ne de bir özelliği var aslında. Fakat güzel bir otel, odaları geniş, temiz ve merkezi, balkonumuz denize bakıyor, daha ne isteriz?.. Otelin hemen yanında bir gazete bayiisi var ve üzerinde sıra sıra dergiler asılı, diyelim on dergi varsa, bunların sekizinin kapağında Türk dizileri var. 

Odamıza yerleştikten sonra, yemek yemek için sahile gidiyoruz. Basiretimiz bağlanıyor, bir şey oluyor ve ilk gördüğümüz yere, Orea Mytilini’ye oturuyoruz. Ağzına kadar dolu, bir masa boşalıyor, hemen yeni talibi çıkıyor. Masaların tamamı ise Türk… Kurban Bayramı’ndayız, dakika başı başka bir Türk tur otobüsü geliyor desem abartmış olmam herhalde. Üstelik gece varsalar bile, yemek yiyorlar ve kurabiye alıp gidiyorlar. Bu şehrin gezilecek yerleri yok mu, oralar ne olacak? Bir de sahilde şöyle bir dolaşıyorlar. 

Restaurant’ta menü Türkçe de hazırlanmış, siparişlerimizi veriyoruz. ŞuYunanistan seyahatimiz boyunca yediğimiz en kötü yemeği yiyoruz. Fiyatlar yine diğer yerler ayarında sayılabilir, biraz daha fazla, 2 Mythos bira, bir Midilli salatası, feta, dolmades, cacıki, kalamar ve sardalyaya 50 Euro veriyoruz. Ama sahibinden tutun, servis kalitesine kadar burası Türkleşmiş. “Cacıki” istiyoruz örneğin, gelen şey bildiğiniz Türk cacığı. Kalamar, soğukve fazla yağlı. Etrafa es kaza düşmüş başka ülkelerden gelen turistlere yüz bile vermiyor kapıdaki bey. Sadece Türklere, Türkçe konuşarak çığırtkanlık yapıyor. Servis yavaş ve ilgisiz, tüm servis görevlilerinin suratında bir sıkıntılı hal… Yemek resmen boğazımıza diziliyor ve kalkıyoruz. Sahilde yürüyoruz biraz, sadece Türkler var neredeyse. Bu şehirde yaşayan Yunanlar da olmalı, peki neredeler? 

Sokak aralarına giriyoruz ve bir sokakta, bir dizi kafede, tıklım tıkış oturan Yunanları görüp, biz de aralarına karışıyoruz. İngilizce ya da Türkçe bilmiyorlar servis görevlileri, demek turistlere bu sokaklara gelmiyor, gelse bile oturmuyor. Daha sonra ekşi sözlükte okuyorum, biri yazmış, “sahil sadece Türk dolu, sokak aralarına girince Yunanların çaktırmadan orada eğlendiklerini gördük…” diye, tam manasıyla böyle işte. 

Ben hakikaten çok yorulmuşum, otele dönüyoruz, sabah kahvaltıya bile kalkmıyorum, annemler kahvaltı yaparken, ben biraz daha uyumayı tercih ediyorum. Biraz dinlenip öyle çıkıyoruz ve ilk olarak su kemerlerine yürüyoruz. Su kemerlerinin hemen orada, “Constantinopole – 460 KM” yazısı çekiyor dikkatimizi, yanında Bizans simgesi var. Kavala Yönetimi’nden midir bilmem, burası daha milliyetçi gözüküyor ilk planda, Kavala’nın Kuzey yönünden girişinde de sağ tarafta büyük bir tabela var, üzerinde “Remember Cyprus” yazıyor, adanın kuzeyi kanla boyanmış. Ki bu tabela eskiden şehrin çeşitli yerlerinde de varmış, fakat Türkler şehre çok fazla gelmeye başlayınca, yönetim bir iyi niyet göstergesi olarak tabelaları şehirden kaldırmış. 

Su kemerlerinin oradan şehrin tarihi merkezine giriyoruz. Yürüye yürüye tırmanıyoruz kaleye. Önce kalenin kafesinde bir şeyler yiyorum ben kahvaltı niyetine ve ardından kaleyi geziyoruz. Kaleyi gezen pek yok zaten, ama gezenler arasında da Türkler yok, daha doğrusu bu mahallede Türk görmedik gibi bir şey, Kavala’da ne yapıyor bu Türkler? 

Kaleyi gördükten sonra, öncelikle Halil Bey Medresesi’ne ve sonra da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evine gidiyoruz. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı seviyor Yunanlar, “iyi paşa…” diyorlar. müzede Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hikayesi anlatılıyor. Evin önünde de bir heykeli var. 


HALİL BEY MEDRESESİ 

Mehmet Ali Paşa’nın evinin orada bir okul var, günlerden pazar ama okulda izcilik eğitimi var sanırım. Çocuklar dans ediyor, koşturuyorlar etrafta. Biraz onları seyrediyoruz, sonra bir oyun başlıyor, anlayabildiğim kadarıyla bir torbadan herkes sırayla kağıt çekiyor ve kağıtta çıkan ülkeyi duvarda asılı olan Dünya haritasından göstermeye çalışıyorlar. 

Ve okulun bulunduğu burunda bir deniz feneri ve deniz fenerinin orada dabir manzara seyretme noktası var. Thasos adasını seyredebiliyorsunuz oradan. 

Daha sonra yürüye yürüye şehre dönüyoruz. Şehre dönüş yolunda Imaret’i görebiliyorsunuz. Mehmet Ali Paşa’nın bu İmaret’i bugün lüks bir otel olarak hizmet veriyor. Şehirde ilk olarak bir önceki gün oturduğumuz kafelerin de bulunduğu yaya bölgesinde dolaşıyor ve orada bulunan Grill Bros. isimli yerde pita yiyoruz. 

Sonra istikamet yine sahil, orada bir kafede oturuyoruz, ben içime kaçan Yunanlının etkisiyle frappe içiyorum günde birkaç öğün artık son günlerde.Kafedekiler gelen Türk grupları gösterip gülüyorlar bir ara, neye güldüklerini merak ediyorumSonra sahildeki banklarda biraz oturuyoruz, biri sahilde, limandan, ahtapot yakalıyor. Nasıl koruyorlar denizlerini, tüm Yunanistan’da mı böyle denizler pırıl pırıl, yoksa bazı yerlerde mi? Limanda ahtapot yakalamak Bodrum’da ya da Çeşme’de mümkün mü? Emin değilim, belki de mümkündür. Fakat biz denizlerimize bakmıyoruz, bu da bir gerçek. 

Gündüz kaleye çıkarken gördüğümüz bir dükkana gidiyoruz şimdi. Biraz alışveriş yapmaya. Amacımız uzo ve şarap almak… Dükkan sahibi çok ilgili ve epey yardımcı oluyor. Uzo olarak elbette Barbayanni’yi öneriyor, gerçi biz Kavala uzosu alıyoruz ama, önerdiği şaraptan vazgeçmiyoruz. 

Sonra dükkana üç yaşlı kadın giriyor, dükkan sahibi hemen söylüyor, “Türkiye’den gelmişler…” Şaşırıyorlar, Kavala’da oturan birinin Türk görmeye şaşırması garip gelse de, demek Türkler buralara da pek gelmiyorlar. Ve kadın bir anda Türkçe konuşmaya başlıyor. Antalya göçmeniyim diyor, bir daha gidemedim Türkiye’ye sonradan. Anlatıyor, yanındaki kadınlar da katılıyorlar sohbete, diziler sayesinde Türkçe‘yi daha rahat konuşuyorlarmış şu anda. Antalya göçmeni olan kadın, anlattıkça duygulanmaya başlıyor, gitgide zorlanmaya başlıyor konuşmakta. Diğer kadınlar anlıyorlar, biz de öyle. Vedalaşıyoruz ve dükkandan çıkıyoruz. Ayrı yollara giderken, kadın arkamızdan gelip kolumuzu tutuyor. “Biz sizi çok seviyoruz, biz sizi gerçekten çok seviyoruz…” diyor ve dönüp arkasını gidiyor. Bizim de doldu gözlerimiz, keşke diyoruz sonradan, bir fotoğraf çekilseydik

Annemler yorulduklarını söyleyerek, sahilde oturuyorlar biraz. Ben öbür koya geçmek üzere yürüyorum, amacım şehrin genel bir görünümünü çekmek. Öbür koya geçince, kayaların dibinde görüyorum ki, insanlar denize giriyorlar. Öyle özeniyorum ki o an onlara, anlatamam. 

Şehir manzarasını çekip, biraz da yüzenleri seyrettikten sonra otele dönüyorum. Bir saat kadar dinlendikten sonra, yemeğe gidiyoruz. Bu kez gittiğimiz yer, Kanadosİmaret’in tam karşısında denilebilir, güzel bir taverna. Fiyatları çok uygun ve yemekler çok leziz. Ekmekleri zeytinyağı ve kekikle getiriyorlar ki, insanı kilo almaya teşvik ediyor bu ekmekler. Fiyatın ucuzluğunu şöyle anlatabilirim, cacıki, dolmades, kalamar, levrek, Yunan salatası, 2 bira ve 1 şarap, patlıcan salatası, helva ve ekmek, toplam 37.50 Euro tutuyor. Televizyonda Yunan liginden bir maç var, oradaki herkes heyecanla onu seyrediyor. 

Epey oturuyoruz burada ve kalktıktan sonra, çok yakında Paşa’nın evinin orada bulunan bir kafeye gidiyoruz. Şehre tepeden bakıyor burası. Annemler Bailey’s Coffee içiyorlar, ben ise yine frappe. Ertesi gün İskeçe’ye gidiyoruz günübirlik. Döndükten sonra ben bir müzik markete gidiyorum.Hikayesini birazdan anlatacağım. 

Akşam yemeği için Perigali isimli plajın oralara gidiyoruz, Meltemi isimli bir restauranta. Denizin tam da dibinde, harika bir yer burası da. Menüsü yine Türkçe hazırlanmış, fakat mevsimden olsa gerek ki pek dolu değil. Ne koy, ne de restaurantlar. Yemekler ise leziz. Kalamar, karides, midyeli pilav, yeşil salata, dolmades, kabak kızartması, 200’lük Barbayanni 50 euro tutuyor. Belirtmek gerekir ki, kredi kartı geçmiyor. Buraya Kavala’dan ortalama 3.5 Euro verdiğiniz taksilerle ulaşabiliyorsunuz. 

Gelelim müzik market hikayesine; kasada duran orta yaşlı bayan nereli olduğumu soruyor, Türkiye diyorum ve bağırıyor: “Baba, Türkiye’den gelmişler…” O ana kadar kendi halinde oturan adam, bir anda ayaklanıyor. O da göçmen… Oradaki yaşamını anlatıyor, bir arkadaşı varmış, bu adam da müzisyenmiş, müzik yaparlarmış beraber. “Tanıyor musunuz” diye soruyor bir ümitle, maalesef tanımıyoruz. “Özlüyorum İstanbul’u” diyor, sonra kadın başlıyor konuşmaya. “Kızım gitti Konstantinopole’e…” diyor önce, sonra biz rahatsız oluruz diye düşündüğünden olsa gerek, “İstanbul” diye düzeltiyor. Halbuki benim bu konuda bir rahatsızlığım yok21 yıl önce gitmiş İstanbul’a, o gün bugün İstanbul’u sayıklıyormuş, hala özlüyormuşve İstanbul’u anlatırken hala ağlıyormuş. Bunu anlatırken kadın da ağlamaya başlıyor, hiç görmediği bir yeri özlüyor ağlarken, babası evini özlüyor, kadın babasının hiç görmediği evini. O günden sonra hiç görüşemediği arkadaşını özlüyor babası, başka birini bir daha öyle sevememiş gibi özlüyor. Hayıflanıyor, müziğini Türkiye’de yapamadığı için. Emanet Çeyiz’de de vardı biri böyle, biz buraya geldik, ama orada kalsaydık, beraber kalkındırırdık oraları, çok da güzel olurdu…” diyor, öyle bir hayıflanıyor ki Türkiye’yi kalkındıramadığına. 

Dalaras ve Alexiou’nun Mikra Asia isimli albümünden bir şarkı geliyor aklıma, şöyle diyor sözleri: 

“en yüksek dağ hangisi / ki zirvesine çıkayım / görmek için / ailemin evini /annem bu yabancı topraklarda / tıpkı bir tutsak gibi / keşke uçabilseydik oralara / bir küçük an için bile olsa / dudaklarımda bir soğukluk var / ve etrafımda bir yalnızlık / benim için hiçbir yer yok / şöyle uzanıp da ölmeye…” 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *