Yunanistan 3 – Selanik

“Thartho na thymi tho / kai na xechaso / omos Thessaloniki mou / den tha se xanachaso…”

Bu şarkı var dilimde, hani dilim tam dönmediğinden diğer yerleri hafiften uydurup, “omos Thessaloniki mou…” diyorum, “canım Selanik…”

Şarkı aslında şöyle diyor: “Hatırlamaya ve unutmaya geliyorum / canım Selanik / seni bir daha kaybetmeyeceğim…”  Sabah saat 07.30’da biniyoruz trene Atina’dan, biraz heyecanlıyız aslında, tren her an iptal olabilir kriz sebebiyle, bizse bir hafta önceden almışız biletlerimizi, daha ucuz diye. Otobüslerin 42 Euro’ya gittiği bu yolu, biletinizi erken alırsanız trenle 19 Euro’ya gidebiliyorsunuz. Gerçi eğer bir grev olacaksa bunu önceden duyuruyorlar ve böyle bir duyuru da yapılmamış durumda, neyse ki geliyor tren de vaktinde ve biniyoruz. Avrupa’da bindiğim en güzel trene biniyorum, pulman tipi… Zira, ben kompartımanlı trenlerden hoşlanmıyorum.

Yunanlar, ölümüne graffiti demişler sanki. Trenler bile graffitilerle süslü… Yolumuzun üzerinde Tanrılar’ın evi var, Olympos Dağı. 

 

Rötarsız, 5.5 saatlik bir yolculuğun ardından varıyoruz Selanik’e. Her ismi güzel tınlıyor kulakta bu şehrin, Thessaloniki deseniz de güzel, Salonica deseniz de güzel, Selanik deseniz de…

“Canım Selanik…”

Üstüne üstlük, bir prensesin adını taşıyacak kadar önemlidir bu şehir bir de.

Bu gezinin başlangıç noktasıydı bu şehir, yazın oraya giden halam anlatırken bize, “Selanik tabelasını görür görmez ağlamaya başladım…” demişti, sonra ilk yazıda anlattığım hikaye.

Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da, oğluna, “Mustafam” demiş, “Selanik’i de alsan, bir daha görsek…” O kadroların hiçbiri, Selanik’i bir daha görememiş, işin aslı o dönemki Selanik de değil bugün karşımızda olan Selanik.

Bir klişeye de saplanalım, Selanik İzmir’e benzer ve ben bu yazımı İzmir’den yazıyorum, Selanik’i daha iyi hissedebilmek için güzel bir yerdeyim belki de. Kordona çıkıyorum, zannediyorum ki Selanik’in kordonundayım. Mithatpaşa Caddesi’ni dolaşırken ya da, diyelim ki Kastra’ya doğru yürüyorum. Şehirlerin tarihlerinde ortak noktalar da var, 1917’de Selanik büyük ölçüde yanmış örneğin.

Tren garından çıkıp da gidiyoruz otelimize, otelimiz tam da Aristoteleous Meydanı’nın orada, Tourist Hotel. Eski bir bina, o filmlerde gördüğümüz ahşap kapılı asansörlerle çıkıyorsunuz odalarınıza. Odamıza yerleşince sıkıca giyinip çıkıyoruz dışarı, elbette ilk durağımız Atatürk’ün evi.

Aslına bakarsanız güzel karşılamıyor Selanik bizi, havası da İzmir gibi. Bir esti mi rüzgar, kesiyor sanki her tarafınızı, Ankara’dan da, Erzurum’dan da gelseniz, İzmir’in rüzgarı daha bir üşütüyor sanki. Selanik de aynı öyle işte, geldiğimizden beri ilk kez gerçekten tüm gün üzerimizden çıkarmamacasına montlarımızı giyme ihtiyacı hissediyoruz. Üstelik resepsiyonist, “hava bugün güzel…” diyor, “eyvah” diyorum içimden.

Otelin olduğu yerden geçiyor otobüsler Atatürk’ün evine. İneceğimiz durak belli, elimde harita takip ediyorum gittiğimiz yolları. Nitekim çok uzun sürmeyen bir yolculuğun ardından Agios Dimitrious Caddesi’ne giriyoruz, ev bu caddeye açılan Agios Pavlos’ta. Durağı kestirmeye çalışırken, bir adamcağız anlıyor bizim yol aradığımızı, nereye gittiğimizi soruyor, “Atatürk’ün evine…” diyorum, “bir sonraki durakta inin, biraz yürüyün, göreceksiniz zaten…” diyor. Teşekkür ediyor ve söylediği yerde iniyoruz.

Cadde nasıl desem, biraz döküntü, krizin etkileri Atina’dan ziyade, Selanik’te daha çok hissediliyor. Kapalı dükkanlar da çoğaldı.

Yürürken yürürken önce konsolosluğu görüyoruz, önünde polisler bekliyor, neden öyle, neyden koruyorlar evi tam anlayamıyorum. Peki biz tam kıymetini bilmiş miyiz bu evin? Bu sorunun çok hazin bir cevabı var, ama önce başka bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Bir hikaye anlatmışlardı bize, bu kriz döneminin başlarında, tam da bu caddede bir sağ-sol çatışması çıkmış, molotof kokteylleri havada uçuşurken bunlardan biri konsolosluğun nizamiyesine denk gelmiş ve nizamiye tutuşmuş. Çatışan grup, çatışmayı anında bırakıp nizamiyeye koşmuşlar, el birliğiyle söndürmüşler alevleri ve sonra gidip başka yerde çatışmaya devam etmişler.

Evin önünde bunca polis görmek hoşuma gitmiyor işin kısası. Konsolosluğun çitlerinin bittiği yerden dönünce sokağa, ilkokul yılları anında canlanıyor gözünüzün önünde: “Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik’te doğdu, annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi…” Bu bilgiye illa ki eşlik eden ev… Fotoğraflardan çıkıp canlanmış durumda ve karşımızda şu anda.

 

Evin asıl giriş kapısında bir tabela var, Atatürk’ün o evde doğduğundan bahsediyor. Cumhuriyet’in ilanının onuncu yılında, 1933’te koyulmuş oraya ve o günden beri orada. Kurban Bayramı ve dolayısıyla çok kalabalık, Türkiye’den adeta bir akın var eve. 

 

Girişi başka yere almışlar, oraya yürüyüp giriyoruz içeri. Bu satırları yazarken bile duygulanıyorum şu an, bahçeden içeri girer girmez tarifi imkansız bir his kaplıyor içimizi, gözler yaşlı, hani bıraksanız…

Evin içine girince ise, bu his içinizi öfkeyle kaplatıyor. Ev, sözde “modern müzecilik anlayışı…” ile Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yeniden düzenlenirken, tüm ruhundan özenle arındırılmış. Kapılarda, “Selanik”, “Ankara”, “İstanbul” yazıyor ve Atatürk’ün bu şehirlerde geçirdiği zamanları olabildiğince resmi ve mesafeli bir dille anlatıyor, sanki lise kitaplarından doğrudan alınmış gibi. Ne bir eşya, ne başka bir şey… 

Ev sıradan bir müze halinde, üstelik başarısız bir müze. Zaten bildiğimiz şeyleri anlatıyor bize. Alabildiğine özensiz. Üst kata çıkıyorsunuz, bir odada Atatürk’ün o odada doğduğunu belirtir bir tabela var, beyaz. Harfler dökülmüş, duruyor yerde, görevliye söylüyoruz, “biliyoruz, biz onları toplayıp kaldırıyoruz…” 

 

Sağolun, gerçekten çok sağolun, iyi ki kaldırıyorsunuz. O döküntü haliyle dursun o yazı orada. “Atatürk bu evde doğdu…” şeklinde, soğuk bir ibareyle bulunsun orada o yazı yeter, siz görevinizi savmış oluyorsunuz böylece.

Sonra, tıpkı gazetede dediği gibi, evin banyosu, ucu hafif kırık bir küvet, en çok orada özdeşleşebiliyorsunuz evle.

Sonra alt kata iniyorsunuz, Atatürk ve Çocuk konusu ile rengarenk düzenlenmiş odanın duvarında, Pepe adlı sözde yerli ama “esinlenilmiş” çizgi filmin yapımcılarının reklamları dönüyor duvarda. Bir masanın üzerinde, Türk Hava Yolları’nın uçak maketi var evin yapısıyla çok güzel örtüşen bir şekilde(!) Evin içine bir tek kafe yapmadıkları kalmış, hatrım kaldı bir kafe göremeyince evde.

Evden çıkıyorsunuz, bahçede Ali Rıza Efendi’nin diktiği nar ağacı var. İşte eve ruhunu bunlar veriyor, günlerini bekliyorlar, eski itibarlarına kavuşacakları, yeniden orada hakkıyla sunulacakları günü bekliyorlar. Bu yapılanların da hesaplarının sorulacağı günleri… 

Konuşulanlara kulak kabartıyorsunuz, bir tane güzel bir şey söylenmiyor, herkes isyan ediyor. “Bu kadarını beklemiyorduk, okumuştuk, ama bu kadarını ummuyorduk” diyenler, “üç yıl önce gelmiştim, hiçbir şey kalmamış” diyenler…

Evden çıkıyoruz, içimiz isyan ediyor, elimizde bir şey yapamamanın verdiği çaresizlik. Kime diyeceğiz derdimizi, Kültür Bakanlığı’na, bu işin sorumlularına mı? Kime?

Evin etrafında bir kafe var, menüsünde Türk kahvesi, Türk çayı yazan… Karşısında ise bir hediyelik eşya dükkanı, iki Türk tarafından işletilen yanlış anlamadıysam, insanların duygularını kullanarak vurgun yapan bir dükkan. Her yerde 1 Euro’ya satılan magnetler, burada 2 Euro nedense, üzerinde Atatürk’ün evi var ve bu magnetleri başka yerde bulamıyorsunuz diye. İçeride evin minyatür bibloları var, 7 Euro. Diğer hediyelik eşya dükkanlarında, Atatürk’ün evi yok, fakat Beyaz Kule gibi simgelerin aynı boyutlarda ve aynı malzemelerden yapılmış bibloları 3 Euro’ya satılıyor. Hafiften söyleyecek oluyoruz, hafif esprili bir dille, “ne yüksek fiyatlar bunlar…” diye, kadın anında çemkirmeye başlıyor. Hiçbir şey almıyoruz zaten, almadan da çıkıyoruz. Biz birbirimize kötülük yapmaya bayılıyoruz. Nasılsa geliyorlar ya, nasılsa alıyorlar ya, üzerine 10 Euro da yazsa alınacak ya o evler, 7 Euro insaflı gene diye düşünüyordur içinden küçücük bibloya.

Beyaz Kule’ye inelim diye düşünüyoruz yürüye yürüye. Saatten dolayı, kulenin içindeki müzeye gezemeyeceğiz gerçi, ama kafamdaki plana göre kuleyi görüp, oradan kordonu yürüyerek otele geri döneceğiz. Ama ne mümkün, deniz kenarından yürümek imkan dahilinde değil, en azından karşıya geçip binaların rüzgarı kesici kuvvetine sığınıyoruz ve o şekilde yürüyoruz. Yolumuzun üzerindeyken hazır, Aristotelous Meydanı üzerinden yine Aristotelous Caddesi’nde yürüyoruz ve o şekilde varıyoruz otelimize. Meydanda turizm ofisi olması gerekiyor, fakat kriz sebebiyle iş bırakma eylemi var turizm ofislerinde, dolayısıyla kapalı

 

Biraz dinlenip çıkıyoruz tekrar, yolumuz Ouzo Melathron, Atina’da görüştüğümüz Alex’in önerisi.

Mediano Market’in oralarda, bir ara sokakta bulunuyor bu taverna, üç ayrı dükkanı var aslında, fakat ikisi şu ara tadilatta, bir tanesi devam ediyor hizmet vermeye.

Baharatlı Sardalya, hünkar beğendi, Girit Salatası, kızarmış feta ve 2 Mythos Bira, 40 Euro tutuyor. İkram olarak da dondurma getiriyorlar yemeğin üzerine.

Yemekten sonra hava biraz yumuşuyor, tekrar kordona dönüp oradaki kafelerden birine dönüyoruz. Annemler sıcak çikolata içiyorlar, ben ise espresso. (13.20 Euro). Kordon boyuna dizilmiş 6 masa var, 4’ünde Türkler oturuyor, Selanik’te Türk sayısı biraz daha fazla Atina’ya göre kısacası. Otelimize dönüyoruz yine Aristotelous’dan geçerek… 

 

Sabah kahvaltıda anlıyoruz ki otelde de epey sayıda Türk kalıyor.  

Kahvaltıdan sonra otelden çıkıp bu kez Eleftherias Meydanı’na çıkıyoruz, istikamet Kastra, Bizans Surları! Buradan 23 numaralı otobüse binerek gidebiliyorsunuz Kastra’ya. Fakat önce biraz bu meydandan bahsetmeliyim. 

 

Burası Jön Türk hareketinin doğduğu ve geliştiği mekanlardan biri, ayrıca 2. Dünya Savaşı’nda Selanik’te kalan Yahudiler’in toplanıp, Auschwitz’e götürüldükleri yer. Selanik, Avrupa’da en çok Yahudi’nin yaşadığı şehirlerden biriyken, 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir drama sahne oluyor. İşte Selanik’in geçmişinde çok önemli bir yeri olan bu insanlar için, bu meydana bir anıt koyulmuş.

Gelelim Kastra’ya, bindiğiniz otobüsle Akropol durağından inerek Bizans Surları’nı takip edip, Tripon’a yürüyebilirsiniz ve buradan çok güzel bir şehir manzarası izleyebilirsiniz. Bu bölge, Osmanlı dönemlerinde Türk mahallesi olarak anılıyormuş, fakat bugün şehre turist olarak gelen Türkler’in bile önemli bir kısmı buraya kadar çıkmadan şehri terk ediyorlar. 

 

Bölgenin daha da tepesine doğru Estapyrgion denilen bir zindan var, “Yedikule”, çektirdiği acılarla rembetikalara bile konu olmuş… 

 

Kitabın önerdiği yürüyüş yolunu takip etmeye karar veriyoruz, öncelikle Agios Pavlos Kilisesi’ne giriyoruz, kilise tamirde. Tamirde görevli işçilerden biri alıyor bizi içeri, hevesle gezdiriyor. İngilizce bilmiyor, biz de Yunanca, fakat el hareketleriyle anlaşıyoruz. Dil bir engel değil Akdeniz sıcaklığında… Bize kilisede kaynayan kutsal kabul edilen sudan veriyor üç şişe, her birimize birer şişe.

Yürüyüş yolu Agios Dimitrious’a gidiyor. Ermeni Mezarlığı’ndan geçerek… Hazır bu caddeye girmişken, bir daha Atatürk Evi’ne uğruyoruz, içeri girmeden bu kez, dışarıdan seyrederek, bir kez daha bakıyoruz ve sırada Agios Dimitrious.

Yunanistan’ın en büyük kiliselerinden biri olan 5. Yüzyıla ait bu kilise, Osmanlı Dönemi’nde camiiye dönüştürülmüş ve ardından tekrar kilise…

Buradan çıkıp, sahile doğru yürürken Galerious Sarayı kompleksinden geçiyorsunuz. Burada bulunan bölge Selanik’in ilk kilisesine ev sahipliği yapıyor, Osmanlı döneminde camiiye çevrilmiş ve minaresi bugün halen duruyor.  Bir de Pers zaferini onurlandırmak üzere yapılan bir ark var. 

 

 

Sahile yürürken yolunuzun üzerinde olan Selanik Agora’sını da es geçmeden Beyaz Kule’ye ulaşabilirsiniz, fakat Beyaz Kule yine yarısını beklemek durumunda bizim için. Zira biraz erken kapanıyor burası ve biz yine geç kaldık. 

 

Akşam yemeği için adresimiz Kastra’da, tepeden şehri seyrediyor. Tüm Yunanistan seyahati boyunca yediğimiz en güzel yemeklerden biri bu. Dolmades, cacıki, kabak kızartması, Yunan salatası, barbun, sardalya, 500 ml şarap ve 200 ml uzo… (49.60 Euro).

Harika bir manzara eşliğinde, leziz bir yemek. Üşenmeyip, buraya çıkmanızı öneririm bir akşam. Buradan dönerken bir kafeye uğruyoruz, benim içime bir Yunan kaçtı bir kere, frappe içiyorum, Yunanlar’ın gün içinde birçok kereler yaptıkları gibi.

Yine ertesi gün, Selanik’e veda etmeden önce yapacaklarımız var.

Öncelikle Ladadika’ya gidiyoruz, bu bölge bir zamanlar Selanik’te zeytinyağı üretimi yapılan evleri barındırırken, bu evler bugün kafe ve restaurant olarak hizmet veriyorlar. Şehrin karmaşasından içeri girip, bir anda daha küçük ve rengarenk evlere ulaşıyorsunuz. 

 

Bir de elbette Aya Sofya var, İstanbul’daki adaşının küçük bir kopyası, burada da önemli bir kilise. Hemen ardından ise Beyaz Kule’ye gidiyoruz. Burası Osmanlı döneminde idamlara sahne olup, kana boyandıktan sonra, bu geçmişini unutturmak için beyaza boyanılıyor. Bu boya bugün akmış durumda, fakat ismi yadigar kalmış. İçerisi ise çok güzel hazırlanmış şehir tarihi müzesi. Açıklamaların İngilizcesi yok, fakat size verilen sesli rehberlerle gezerseniz müzede anlatılanları anlayabiliyorsunuz. Kuleye çıktıktan sonra da tabii ki güzel bir şehir manzarası… 

 

Hava artık iyice güzelleşti, aşağısı, deniz kenarı dopdolu insanlarla. Biz de aralarına katılıp, bir duvar köşesine tünüyoruz. Rusya’dan gelmiş, Türkçe konuşan ve Selanik’te yaşayan bir simitçi amcadan aldığımız Selanik gevreği olarak bildiğimiz simitle…

Bitmeyen metrosuyla, kordon manzarasıyla, yangınıyla ve koruyamadığı ya da mübadele, ardından 2. Dünya Savaşı derken korunamamış kozmopolit yapısıyla Selanik, İzmir’e ne çok benziyor diye geçiriyorum içimden bir kez daha.

Ne çok sevmişler burayı diyorum Selanik’e veda ederken,  Mustafa Kemal’in anısına dinliyorum onun da çok sevdiği bu türküyü, “Selanik içinde selam okunur / Selamın sedası bre dostlar cana dokunur / Gelin olanlara kına yakılır / Aman ölüm, canım ölüm / Üç gün ara ver…”

Aklımda o cümle hep: “Bir daha Selanik’i göremediler…”

Biz şimdi Selanik’teyiz, o zamanki Selanik yok karşımızda kuşkusuz. Fotoğraflarda, eski fotoğraflarda, o şehir müzesinde eski Selanikliler gülümsüyorlar bize, o güzel şehirden.

“Bir daha Selanik’i göremediler…”

Biz şimdi Selanik’teyiz ve gidiyoruz. Bir tek Selanik dediğinizde bile ne çok anlatıyor bu şehir bize, ne çok öykü saklıyor içinde.  Dursanız, konuşsanız, iyice açacak içini size.

Şarkı bitiyor Selanik’ten çıkarken;

“Al başımdan bu sevdayı, götür yare ver…”

Selanik geride kalıyor, gün batıyor. 

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Add comment