Cebelitarık’ı Geçmek Zor

Diyelim ki yeşil pasaportunuz var. Diyelim ki seyahat etmeyi de çok seviyor, sürekli yeni rotalar, yeni heyecanlar peşinde koşturuyorsunuz. Fas’a gitmişsiniz ve oradan da İspanya’ya geçmek istiyorsunuz, ama hayal bu ya, Cebelitarık Boğazı’ndan geçeceksiniz.

Diyelim ki yeşil pasaportunuz var. Diyelim ki İspanya’ya gitmişsiniz, dolayısıyla vizeye ihtiyacınız da yok. Oraya kadar gitmişken, oradan uçakla Fas’a gitmiş, gemiyle tekrar İspanya’ya dönmeyi düşünüyorsunuz.

Diyelim ki sinirleriniz de hiç sağlam değil. Yapmayın, bu dediğimi yapmayın, çünkü biz yaptık. Pişmanlık değil yaşadığım, ama yorulduk. Çok yorulduk.

13 Nisan sabahı saat 7’de Tanger Garı’na vardık. Tanger, Fas’ın Kuzey uç noktasında bulunan bir liman kenti. Şehri gezmeye vaktimiz olmadığı için gardan hemen limana gidip, bir heyecanla aldık biletlerimizi. Tanger’de iki liman var, biri şehrin içinde ve İspanya’nın Tarifa kentine gidiyor. Diğeri ise şehrin dışında ve buranın adı Tanger-Med. Buradan kalkan gemiler ise Algeciras’a gidiyorlar.

Biz şehrin içindeki limanı tercih ettik ve biletlerimizle gümrüğe ulaştık. İşte kabus bundan sonra başladı. Henüz 5 Nisan’da girmiştik İspanya’ya, oradan Fas’a geçmiştik birkaç günlüğüne. Bu seyahatte çektiğimiz sıkıntının bir suçlusu varsa o benim, yine standartlarla yetinmemiş, “ne gibi bir değişiklik yapabiliriz” diye düşünmüş, “Cebelitarık’tan gemiyle geçiliyor mudur” acaba diyerek bütün bu olacakları kendim hazırlamıştım.

Gümrükte sıra bize geldiğinde, görevli memur pasaportumuzu alıp büyük bir özenle inceledi. Alışığız biz pasaportlarımızın insanlara güven vermemesine. “Vizeniz nerede?” diye sordu. “Yeşil pasaporttan vize istemiyor İspanya” dedik ve endişe dolu saatler başladı o andan itibaren. Memur bize, “şefe gideceksiniz” dedi, bir kağıda “vize ihtiyacı sorgulanmalı” diye not düşerek. Gittik, “şef” yok, ne zaman gelir belli değil, çok da umurlarında değil üstelik. Telefonumun şarjı bitiyordu, ne yapsak ne yapsak diye düşünürken Büyükelçiliğimizi aramak geldi aklıma. Mesai başlamamış, sonra arayacakmışız. Bir de İspanya’yı arayarak denedik şansımızı, “niye öyle diyorlar ki, vizeye ihtiyacınız yok hakikaten” dediler. Yardımları buydu. “Teşekkür ederiz, biz de bunu anlatmaya çalışıyoruz burada” diyerek kapattık.

Mecbur oturduk, bir çay içtik, ama o çayı nasıl içtiğimizi sormayın. Bir çırpıda bitirdim, tekrar telefona koştum. Rabat’ta mesai başlamıştı nihayet. Elinden geleni yapmaya çalışan bir yetkili vardı bu kez karşımda, en azından bize “başınızın çaresine bakın” demek yerine çözümler üretmeye çabalıyordu.

“Yetkililerle görüştürebilir misiniz bizi?”

Hiçbir yetkili, diplomatik misyonlarımızı muhatap almayı kabul etmedi.

“Bir de gidin oranın idari amirleriyle görüşmeyi deneyin, onlarla da konuşmaya hazırız” dediler bu kez.

Gittik. Adam en azından biraz bizi dinlemeye niyetli gibiydi. Pasaportlarımızdaki İspanya damgalarını gösterdik. “Gerçek mi bunlar” dediler. Biletlerimizi görmek istediler. Barselona-İstanbul arası alınmış uçak biletimizi gösterdik. “Bu sadece rezervasyon değil mi, böyle bilet mi olur?” diye sordular. Pasaportumuza baktılar, “siz bu pasaportu nasıl aldınız ki” dediler, “böyle bir pasaport türü yok” dediler. “Fakat…” diyemedik, kapıyı kapattılar ve dinlemeyi reddettiler. Surat ifadeleri aklıma geldikçe hala sinirlerim bozuluyor, cezalandırılmalarını istiyorum. Belki onlar da “sütten ağzı yanan” durumdalar, ama elimde değil, suçlu muamelesi görmeyi, kaçak geçmeye çalışan biri durumuna düşmeyi almıyor içim, yediremiyorum kendime.

Bir kez daha şef’e gidip, “lütfen inanın, bizim vizeye ihtiyacımız yok” dedik. Bir kağıt çıkarttılar, İspanya’nın vize rejimini gösteren. “Burada sadece diplomatik pasaport için muafiyet var, sizin vizeye ihtiyacınız var” dediler. Bu bilgi besbelli o gümrükte yoktu ve bunun suçlularından biridir Türkiye. Bu bilginin oraya verilmesi ne kadar İspanya’nın göreviyse, o bilginin orada olduğunun kontrolünü yapıp, eksikleri gidermek için girişimde bulunmak da Türk misyonlarının görevidir.

Tekrar aradık sonra Büyükelçiliğimizi.. “Şimdi” dediler, “Tanger-med var bir de, oraya gidin. Burada yaşadıklarınızı orada sakın anlatmayın, sanki ilk kez geçiyormuş gibi davranın, yine olmazsa bizi arayın.”

“Peki haber gitmez mi oraya, sonra başımıza bir iş gelmesin, tutuklanmayalım?” diye sordum, mantıklı gelmiyordu belki, ama her türlü şeyi düşünmek zorundaydım. “Yok” dediler, “merak etmeyin. Fas’ta bu rotadan, Avrupa’ya kaçak geçmeye çalışan çok fazla Türk var. O yüzden Fas görevlileri böyle davranıyor, güvenmiyorlar. Bizimle de iletişim kurmayı reddediyorlar.”

“Ya gene olmazsa?”
“O zaman buraya gelirsiniz, Casablanca üzerinden İstanbul’a dönmeye hazır olun.”

Hayır, İstanbul’a dönmek mi? Daha gezecek yerlerimiz var bizim, daha görmek istediğimiz noktalar. Nereden çıktı bu gemi, böyle fikri bulan aklı ben ne yapayım, ne gerek vardı böyle maceralar aramaya. Binecektik uçağımıza, adam gibi konacaktık İspanya’ya…

Neyse, ücretsiz otobüs varmış Tanger-med’e, bindik. Bavullarımızı bagaja koyan çocuklar avuçlarını açıp “dirhem” dediler. “Yok” dedik, “son günümüz bugün, tüm dirhemlerimizi tükettik.” Çocuk düşündü, “euro” dedi bu kez. Güldük, 1 Euro verdik ve otobüse bindik.

Gerginlik had safhadaydı Tanger-med’e vardığımızda. Aldığımız bilet çoktan yanmıştı, yeni bir bilet almak zorundaydık. Zaten çok da geniş olmayan bir bütçeyle çıktığımız bu gezide, 35 Euro’yu çöpe atmıştık bir nevi. Lafı fazla uzatmadan, sizi de sıkmadan sonuca geleyim. Biletimizi aldıktan sonra bu kez Tanger-Med’in gümrüğünde girdik sıraya, en sevimli ve masum yüz ifadelerimizle uzattık pasaportlarımızı. Elbette kapıyı açmadılar hemen, önce yine şef’in odasına gittik, pasaportlarımızla ilgilendiler, yine potansiyel bir suçlu muamelesi gördük ve nihayetinde ikna oldular, geçmemize izin verdiler.

Koşar adımlarla bindik gemiye.

Saatinden bir saat sonra kalktı. Limanın hemen yanında bulunan tepede Arap harfleriyle yazılmış bir yazı vardı. Ne yazıyor diye merak ettik, sonradan öğrendik ki “Allah-Kral-Vatan” yazıyormuş.

Gemi kalktıktan sonra, yaşadığımız tüm zorlukları unuttum sanki, ya da o anın, o çok istediğim yolculuğun tadını çıkarmak için böyle bir savunma mekanizması geliştirmişti bünyem. Deniz biraz dalgalıydı, Afrika’yı yan tarafımıza almış gidiyorduk. Güverte çok serindi, fakat dayanamıyor, çıkıyordum sık sık. Yan tarafımızdan gemiler geçiyor, dalgalardan sıçrayan su zerrecikleri nadiren üstümüze vuruyordu.

Nihayetinde mutluydum bu seyahati yapabildiğim için. Aslında yaşadığımız ülke sebebiyle bize çok da uzak olmayan iki kıt’a arası seyahati, bir de Afrika-Avrupa arasında yapıyor olmak şahane bir duyguydu.

Gemi yön değiştirdikçe, denizin bize yansıyan rengi değişiyor, yer yer mavi, yer yer gri tonlarına yaklaşıyordu.

İspanya’ya yaklaştıkça deniz trafiği yoğunlaşmaya başladı. Açıkta demirlemiş tankerler çıktı karşımıza. Limana girmek için sıralarını bekliyorlardı muhtemelen. Gemi, boğazın sularını yararak ilerlemeye devam ediyordu. Artık Afrika gözükmez olmuştu.

İlk olarak karşımıza, tepesini bulut kaplamış haliyle Cebelitarık Ülkesi çıktı. Burası, yapılan referandumlar sonucu sürekli olarak Birleşik Krallık’a bağlı kalmayı tercih etmiş bir yer. Görüntüsü heyecan vericiydi, üstünü kaplamış bulutla birlikte çok güzel gözüküyordu.

Ve buradan döndükten sonra, artık karşımızda İspanya vardı. Gemi nihayetinde limana vardı, biz de inip gümrüğe yürüdük körük gibi bir yoldan. “Ola…” dedi gümrükteki görevli kadın. Fas’a gittiğimiz için pişman değildim, tekrar olsa giderdim bu kez gemiyi hiç karıştırmadan, ama o “ola” sanki “hoşgeldiniz” dermiş gibi tınlamıştı kulağıma. Fas’ın tüm güzelliklerine rağmen, yaşadıklarımızdan dolayı, İspanya’ya gelince rahatlamıştık.

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Add comment