Fez’de İki Gün

2011’in Nisan ayında, arkadaşımla yapmaya karar verdiğimiz İspanya gezisinin içine bir de Fas’ı katmış ve RyanAir’ın, İspanya’nın hemen hemen tüm büyükşehirlerinden, Fas’a düzenlediği uçuşlar için erkenden oldukça uygun bir fiyatla biletimizi alarak, beklemeye koyulmuştuk. Kafamızda birçok soru vardı elbet, dönem Arap Baharı denen olayların en yüksek düzeyde devam ettiği ve Fas’a sıçrayıp sıçramayacağına dair tartışmaların döndüğü bir dönemdi, gözümüzü de korkutuyorlardı  çevremizdekiler…

Madrid’den kalkan uçağımız, Fas’ın Fez şehrine inip de gümrük kontrollerinden bu duygularla geçtikten sonra ne yapacağını bilemez gözlerle baktık etrafımıza, anlaşılan o ki bu konuda tecrübesiz olan da bir tek bizdik. Bize tanıdık gelen bir dil, uyarıcı levhalar yoktu havaalanında. Sömürge günlerinden gelen bir yaygınlıkla Fransızca hakimiyeti çarpıyordu göze, İngilizce bilene rastlamak imkansız gibiydi, gelen turistler -en azından bizim konuştuklarımız- dahi İngilizce’yi anlamıyorlardı. Şehre giden taksilerin ya da servisin ne kadar olduğuna dair bilgiler vardı bir tek tabelalarda. Servis nereden kalkıyor, ne zaman kalkıyor gibi soruların cevabı yoktu. 

Havaalanından çıkar çıkmaz etrafımızı taksiciler sardı. Hepsi ayrı bir fiyat söylüyor, kendi taksilerine çekmeye çalışıyorlardı bizi. Israrları dayanılacak gibi değildi,  “taksi istemiyoruz” dedik nihayetinde kararlı bir ses tonuyla ve şehre giden otobüslerin kalktığını söyledikleri yere gidip beklemeye başladık. Söz konusu otobüs Fez’in “yeni” kısmına gidiyormuş ve eski şehre gitmek için bir de buradan taksiye binmek gerekiyormuş, fakat ne ki otobüs gelmedi, mecburen geri döndük taksilerin olduğu yere söylediklerimizi yutup. Bizim gibi ne yapacağını bilemez halde görünen iki Fransızla anlaşmak istedik şehre kadar taksiye vereceğimizi parayı paylaşmak için, taksicilerin yanında bu pazarlığı yapmakla hata ettiğimizi anladık, izin vermediler. Biz de bu kez taksicilerle konuşmaya karar verdik, bir şekilde uğraştık, didindik ve 120 dirhem olan fiyatı 75 dirheme indirmeyi başararak taksiye binip otelimize gittik. Saat artık dörttü ve biz havaalanında yaşadıklarımızdan dolayı yeterince yorulmuştuk. O günü otelde geçirdik.

Kaldığımız otel, Fez’in Batha isimli bölgesinde bulunuyordu ve lüks aramayanlar için yeterli konfora sahipti, eğer uygun fiyatlarla, eski şehre çok yakın bir noktada bir otel ararsanız Hotel Batha sizin için uygun olacaktır. 

Otelden çıktığımız anda etrafımızı rehberler sardı. Anladık ki Fez gezimiz böyle geçecekti… Fez’in asıl görülmeye değer olan Medina’sını, yani eski şehrini gezdirmek için bizden onay bekliyorlardı. Biz ise daha önce duyduklarımızdan dolayı rehber istemiyorduk. “Rehberler anlaşmalı yerlere götürürler”, “rehberler sizi alışverişe zorlarlar” gibi önyargılarla doldurulmuş olarak gelmiştik Fas’a, üstüne üstlük kendi kendimize gezmek daha cazip geliyordu, bu yüzden bir şekilde rehberleri de savuşturarak Medina’ya girmek için en yakınımızdaki kapı olan Bab Boujeloud’a gelmeyi başardık ve orada da bizi rehberler karşıladı. Baktık ki olacak gibi değil, “rehbersiz” bölgeye gitmeye karar vererek kendimizi kapıdan içeri attık, artık Medina sokaklarındaydık ve içerideki rehberler müşterili olduklarından bizimle ilgilenmiyorlardı.

Fez’in Medina’sı dar sokaklardan oluşan ve bir labirent gibi gözükse de düzenini çözdüğünüzde kaybolmanıza imkan olmayan büyüleyici bir yer. İstanbul’un Kapalı Çarşı’sının epey büyütülerek şehir yapıldığını düşünün…  İşte Fez… İlk girdiğimizde iştah açıcı yemek kokuları geldi burnumuza. Bir tezgahta ekmek arası köfteler hazırlanıyor, diğerinde görmeye alışık olmadığımız deve eti pişiyor, birine bakıyoruz çeşit çeşit zeytin dizmişler, hepsini avuçla alıp yiyesi geliyor insanın… Bu bölgede çorbası yapılan salyangozlar da büyük sepetlerin içinde çıktı karşımıza sık sık, fakat damak tadımıza uygun olmadığından mı, salyangozu “iğrenç” kabul eden bir ülkeden geldiğimizden midir, pek de iştahımızı açmadı, oysa ki yeni tatlara açık olduğumu söylerdim hep, sınırlarım varmış, öğrendim.

Bu eski şehre girdikten sonra kaybolmamak için ilk başta “ayakkabıcıdan sola döndük”, “bir kafeden sağa”, “üç sokak aşağı yürüdük” gibi notlar alıyor olsak da kısa zamanda bu notlar da birbirine karıştı, sonradan anladık ki hiç de gerek yokmuş böyle notlar almaya. Önlem olarak hiç pazarlık yapmadan ve bir miktar fazla para ödeyerek aldığımız harita da pek işe yaramıyordu, zira harita Latin harfleriyle yazılmış olsa bile, birçok yerde sokak levhaları öyle değildi ve biz her şeyi bırakıp gönlümüzce dolaşmaya karar verdik, ilk zamanlar biraz temkinli, sonradan sokaklara da girip çıkarak…

Her an karşımızda beliren satıcılar bize ısrarla bir şey satmaya çalışıyor Fez’de, “vitrinleri inceleyelim” diye bir şey mümkün olamıyor bu yüzden, dükkanların kapısının önünde duranlara bakmaya karar verdiğinizde bile o baktıklarınız sizin elinize bir torba içinde dönmeye aday demektir. Halk fakir dediler bize hep gitmeden önce, yakın bir zamanda referandumla muhaliflere yetersiz gelen bir anayasal monarşiye geçmiş olsalar bile, kralın yetkileri hala çok fazla ve kendi zenginliğinden halka pay verdiği söylenemez. Dolayısıyla yaşamlarını sürdürebilmek için para kazanmak, para kazanmak için de ısrar etmek zorundalar. Bu bizim için yorucu bir durum oluştursa da anlayışla karşılamaya çalıştık.

Şehri gezerken karşınıza sürekli görülmeye değer manzaralar çıkabiliyor, Medina’nın çok işlek bir noktasında bulunan ve döviz de bozdurabileceğiniz banka binası bile çarpıp geçiyor sizi, girdiniz mi çıkmak istemiyorsunuz, ne ki içeride bankanın fotoğraflarını çekmek yasaktı. Bu arada söylemek gerekir ki Medina’nın içinde döviz bozdurmak için fazla nokta yok, dolayısıyla havaalanında ihtiyacınız olan parayı bozdurmanız yararınıza olacaktır, çok yüksek komisyonlar almıyorlar.

Oldukça süslenmiş, emek verilmiş dış cepheleriyle de etkiledi bizi Fez’in binaları… Camilerine turistleri, daha doğrusu Müslüman olmayanları almıyorlar. Kapılarını açık tutuyorlar ve dışarıdan içeriyi seyredebiliyorsunuz. Bu camilerin en ünlülerinden biri Quanniries Camiisi, mimarisi Endülüs tarzı olarak niteleniyor. Duvarları işlemeli, Granada kökenli bir camii burası. Bir benzerinin Granada’da yer aldığını söylediler. 

 Medina’nın sokaklarında ulaşım araç giremediğinden eşeklerle yapılıyor ve bu yüzden kulağınızı “balak(yol ver)” ya da “attencion(dikkat)” sözcüğüne duyarlı hale getirmenizde fayda var, aksi takdirde eşek durmuyor, size çarparak geçiyor. Ben de bir dükkanı incelerken ısrarla kulağıma gelen “balak” sözcüğünü dikkate almayarak bunu tecrübe ettim, eşek sırtımı sıyırarak geçti, o andan sonra “balak” artık nerede söylense duyduğum bir sözcük haline geldi. “Balak”, “tabii buyurun…”

Öğleden sonra olduğunda biraz daha rahatlamıştık, satıcılar yorulmuş, rehberler müşterilerini bulup ortadan kaybolmuş, Nisan ayına göre oldukça sıcak olan hava biraz serinlemişti, bizim de karnımız acıkmaya başlamıştı. Endişelerimizden biri de yemekle ilgiliydi, nerede yiyelim diye etrafımızı incelerken turistlerin bol olduğu,  Bab Boujeloud’dan girdikten sonra hemen sağda kalan Hamit Restaurant’ta karar kıldık. Fas’ın yöresel yemeklerinden biri olan ve kuzu etinden yapılan Tajinn’i tattık, kus-kus yedik. Tajinn güveç içerisinde, üzerinde bezelyelerle servis ediliyor. Kus-kus ise tercihinize göre etli ya da sebzeli… Türkiye’de alışık olduğumuz “ikram” kültürü Fas’ta da var, bize de yemekte ayrıca baharatlarla tatlandırılmış yeşil mercimek, iki çeşit sos ve yemeğin ardından da tarçınlı portakal ikram ettiler.

Geceleri ise eğlence isterseniz, elbette yöresel eğlencelerin yanı sıra otellerin barlarına gidebilirsiniz ve burada Fas’a özgü biralardan içebilirsiniz. Bu barlara Fas halkının girmesi yasak, tamamen turistlere yönelik olarak hizmet veriyorlar.

Günün yorgunluğunu güzel bir uykuyla attıktan sonra sabah otelde kahvaltımızı yapıp tekrar sokağa çıktık. Fez’e pek Türk turistin geldiği söylenemez, biz genel olarak İspanyol zannedildik, çeşitli yakıştırmalarda bulundular. Hollandalı diyen bile oldu da Türkiye’den geldiğimizi tahmin edebilen olmadı. Geç saatlerde döndük odamıza ve hemen uykuya daldık. Aslında ilk gün saat dörtten itibaren uyuyunca yorgunluğumuzu üzerimizden atmıştık, bugün sabah ezanı okunurken uyandık ikimiz de. Ürktük, Türkiye’deki ezandan biraz farklıydı ve çok daha uzun sürüyordu. Ezan bitene kadar uyuyamadık küçük çocuklar gibi korkarak ve sonra yine uykuya daldık.

Sabah olduktan sonra ilk gün bir türlü cesaret edemediğimiz “Tanneries” gezisindeydi sıra. Sokaklarda dolaşırken etrafınızda buraya gitmek isteyip istemediğinizi soran insanların belirmesiyle yaklaştığınızı anlıyorsunuz ki bu aslında Fez’in birçok noktasına denk geliyor. Genel olarak deri ürünlerin satış mağazalarının teraslarından izlenen ve bizim dabakhane dediğimiz deri boyama fabrikaları buralar ve görme karşılığında terasını kullandığınız mağazadan biraz alışveriş yapmanızı bekliyorlar. Bu teraslardan baktığınızda hem rengarenk kuyuları, hem de Medina’nın genel bir görünümünü izleyebiliyorsunuz. Elbet orada, hiçbir güvenceleri olmadan ve sağlıksız koşullarda çalıştıklarını tahmin ettiğim insanların, çalıştıkları yerlerin bu derece turistik olmasından memnun olup olmadıklarını kendilerine soramadık. 

Tanneries’ten ayrıldıktan sonra, artık Fez’de yapılabilecek olan en zevkli şey, sokaklarda amaçsızca kaybolmak, fazla da açılmadan elbette.  Yarım gün boyunca dolaştık, alışveriş yaptık, çocuklarla iletişim kurmaya çalıştık. Vurmalı bir oyuncak “çalgı” çalan bir grup çocuğa bize çalmayı öğretmelerini söyledik işaret diliyle mecburen ve onlar da anlayıp yardımcı oldular, karşılığında avuçlarını “dirhem”(Fas’ın para birimi) şeklinde açarak güldürdüler bizi. Teşekkür ederek ayrıldık ve yavaş yavaş karnımız acıkmaya başladığından daha önce bize önerilen Cafe Clock’a gittik. 

Dabakhaneden ayrıldıktan sonra, artık Fez’de yapılabilecek olan en zevkli şey, sokaklarda amaçsızca kaybolmak, fazla da açılmadan elbette.  Yarım gün boyunca dolaştık, alışveriş yaptık, çocuklarla iletişim kurmaya çalıştık. Vurmalı bir oyuncak “çalgı” çalan bir grup çocuğa bize çalmayı öğretmelerini söyledik işaret diliyle mecburen ve onlar da anlayıp yardımcı oldular, karşılığında avuçlarını “dirhem”(Fas’ın para birimi) şeklinde açarak güldürdüler bizi. Teşekkür ederek ayrıldık ve yavaş yavaş karnımız acıkmaya başladığından daha önce bize önerilen Cafe Clock’a gittik.

Öğleden sonra oturduğumuz bu kafede çalışan ve henüz bir hafta önce İstanbul’da olan Hicham isimli bir gencin bizi çok sıcak karşılaması ve oldukça fazla ilgilenmesi neticesinde buluşmak için sözleştik. Bu noktada yine bir tavsiye vermek isterim ki Fez’in geneline göre fiyatları biraz daha üst seviyede olsa da, Türkiye’deki standart bir pastaneden çok da fazla olmayan fiyatlarıyla Cafe Clock’a uğrayıp Camel Burger ya da biraz tatlı yiyebilirsiniz gönül rahatlığıyla. Aynı zamanda yine Fas’ta çay dendiğinde anlaşılan naneli çaylardan içebilirsiniz. 

Hicham’la buluştuğumuzda saat yedi olmuştu ve bizim de gece on ikide trenimiz vardı. Bizi yine Bab Boujeloud’un yakınlarında bir yere götürdü, Türkiye’de “kahvehane” denilen yerlere benzeyen… Fez içinde “Mint tea spot” olarak biliniyormuş, adı “Lgali.” Halk arasında “School Street(Okul Caddesi)” diye geçen yerde Lgali. Caddeye bu ismin verilmesinin sebebini sorduk Hicham’a, bu caddede bir okul mu var diye düşündük, öyle değilmiş. Gündüzleri söz konusu caddeye belli bir yaşa gelen çocukları bırakırlarmış, o çocuklar da orada bolca Fransızca dışında, İngilizce, İspanyolca ve hatta Japonca öğrenirlermiş işlerine yarayacak kadar, bu yüzden de gayrıresmi adı okul caddesi olarak kalmış.

Hicham Türkiye’yi çok beğenmiş, hayranlıkla anlatıyordu bize, biz de Fez hakkında duygularımızı, Fas’tan nasıl da etkilendiğimizi anlattık. Geleceğe yönelik hayallerimizden, olduklarımızdan ve olmak istediklerimizden bahsettik. Bu güzel duygularla ayrıldık ve bir Petit taksiye binerek tren garına gittik. Fez için havaalanında Grand Taxi denen taksilere muhtaç olsanız da, şehrin içinde petit taksi kullanmanızı ve mutlaka taksimetreyi açtırarak binmenizi öneriyorum. Biz bu sayede tren garına kadar sadece 12 dirhem (3 lira denebilir) ödedik.

Dışarıdan baktığınızda her şey çok güzel gözüküyordu, tren garı ihtişamlıydı, her türlü teknolojik donanım mevcuttu. Trenler en iyisi değildi kuşkusuz, ama eski de değillerdi. Fakat yerlerin numarasız olması sorun oldu, aktarma yapacağımız istasyona kadar epey sıkıntılı bir şekilde gittik. Sidi-kacem’de inip de boş bir trene bindiğimizde nihayet biraz daha rahat bir yolculuk imkanına kavuşmuştuk. 

Fez’i tercih etmemizin nedenlerinden biri, Fez’in etkileyici görünümünün yanı sıra, liman kenti Tanger’e ulaşımının rahat olmasıydı. İspanya’ya dönüşümüzde, Cebelitarık’ı gemiyle geçmek çok cazip bir fikir gibi gelmişti bize, fakat Tanger’in içinde bulunan limana gidip de biletimizi alıp gümrüğe geçtikten sonra pişman olduk, ama bu başka bir yazının konusu olsun. 

Fas’a bu kez gemi yolculuğunu hiç karıştırmadan gidip, trenle Tanger’i, Marakeş’i, Agadir’i, Chefchaouene’i gezme fikriyle ayrıldık Fas’tan…  Her şeye rağmen kendimizi oldukça güvende hissettiğimiz ve başka bir dünyada gibi şaşkın bakışlarla dolaştığımız, çok iyi karşılanıp, çok iyi ağırlandığımız Fez’e de yine gitmek cazip geliyor. Hem artık orada bir de arkadaşımız var…

Bu yazı 23 Nisan 2012 tarihinde Hürriyet Seyahat’te de yayımlanmıştır. 

 

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *