Derler ki Barcelona’da bulunan Sagrada Familia’nın yapımı tamamlandığında dünyanın sonu gelecekmiş, o yüzdendir kilisenin yapımı ağırdan alınırmış bu kadar.
Geçtiğimiz Nisan Ayı’nda yaptığımız İspanya-Fas gezisinin son durağıydı Barcelona. Pek tatsız anılarla geçirmiş olsak da Barcelona günlerimizi, geriye dönüp baktığımda öyle kalmadı aklımda. Çoktan unutmuş gibiyim ve bir daha gidesim var, eksik kalan çok şey vardı çünkü, onları tamamlamak gerek…
Oysa ilk gün çok güzel başlamıştı her şey. Barri Gotic’i gezmiş, sokaklarında dolaşırken büyülenmiştik. Barcelona Katedrali’nin, yönetim binalarının ve dar sokakların olduğu mahalle. İlk günümüz olduğu için kaybolarak, haritaya çok da bakmadan dolaştık.
Barri Gotic’in sokaklarında el yordamıyla ilerleyerek deniz kenarına çıktık. Hedefimiz de buydu. İlk gün acemileri olarak bir heykelin önünde, heykele Kristof Kolomb muamelesi yaparak epey vakit harcadıktan sonra, ana caddeye çıkıp kafamızı çevirip de gerçek Kristos Kolomb heykelini gördük.
Heykelin işaret ettiği yer (Amerika) olsa da, tam da o işaret ettiği yerin dibinde insanlar güneşin tadını çıkarıyorlar hiçbir şey düşünmeden. Henüz sadece turistlerin dışarı çıktığı günler başlamamıştı, Nisan’dı, hava Madrid’in aksine daha serindi, en çok 25 dereceyi görüyorduk ve öğleden sonra üzerimize bir hırka alma ihtiyacı hissediyorduk. İskelede, denizin kenarındaki alışveriş merkezinde birçok insan, güneşleniyor, soğuk bir şeyler içiyor ve biraz ileride de biz göremesek de denize giriyorlardı.
Barcelona’da Barri Gotic’i, Kristof Kolomb anıtını ve elbette La Rambla’yı gezdikten sonra Madrid’e gittik, havaalanına giderken bir kızın elini hissettim cebimde, tesadüfen elimi cebime attığımda. Nispeten salaş bir pantolon vardı üzerimde, ceplerim müdaheleye çok açıktı. Neyse ki tebdirli dolaşıyordum ve kızın elini cebimde yakalayınca bir şey olmamış gibi hızla uzaklaştı oradan. Ucuz atlatmıştık. Şimdilik…
Döndüğümüzde ilk gün Barcelona’nın simgesi haline gelmiş Sagrada Familia kilisesini ziyaret ettik.
Barcelona’ya damgasını vurmuş Gaudi’nin, ömrünün kalan kısmını adadığı kilisenin inşaatı, ne yazık ki Gaudi hayatını kaybettiğinden, bugün bağışlarla devam ediyor. İspanya Hükümeti’nin bu kiliseyi bitirmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter! Biraz turistik cazibe haline getiriyor bitmemiş olması sanırım, yazının başına koyduğum cümle gibi, böyle efsanelerle de destekleniyor bu “bitmemiş kilise cazibesi.”
İnşaat Gaudi’nin planlarına uygun olarak devam ediyor olsa da, eğer ki Gaudi bu kiliseyi kendisi tamamlayabilseydi nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyor insan.
Alan Parsons Project’in Gaudi’ye adanmış albümünde, Sagrada Familia için de var bir şarkı beklendiği gibi.. “La Sagrada Familia / the night is gone, waiting’s over / La Sagrada Familia / There’s peace throughout the land…” diyor şarkı. Türkçe’siyle “Sagrada Familia / Gece bitti, bekleyiş sona erdi / Sagrada Familia / Yeryüzü boyunca barış var artık…”
Görkemli motifler, vitraylar ile süslü kilisenin içi Paskalya’ya hazırlanıyordu. İçeride tam bir özgürlük ortamı yoktu kısacası. Tadını çıkardık yine de ve kiliseden ayrıldık.
Kiliseyi çıktıktan sonra sıradaki hedefimiz Gaudi’nin evleriydi. Arada kısa bir mesafe var gibi göründüğünden yürüyerek gitmeye karar verdik. (Vermez olaydık!) Biz Barcelona’ya gitmeden önce orada yaşayıp da İstanbul’u da görmüş olan biri bize “dikkatli olun, Barcelona, İstanbul kadar güvenli değil” demişti. Gülmüştüm, “İstanbul güvenli miymiş?” diye. İnsan başına gelmeyince sanırım pek bilemiyor… Issız bir caddede yürüyen bizde de hata çok olsa da bize yol soran bir adama, yabancı bir şehirde sorulan yolu bilmenin sevinciyle açıklama yaptık uzun uzun. (Adam bir sokak ötedeki Sagrada Familia’yı soruyor, biz de hiç şüphelenmiyoruz ya, bize de aferin.) O esnada nereden çıktığı belli olmayan iki adam bizi duvarın dibine sıkıştırdı. Uyuşturucu ticareti yaptığımızı iddia etti. Panikledik. Polis kimliği de hazırlamışlar bir güzel… Kontrol ettiler, razı olduk biz de kontrole mecburen. Ve ben sadece ve sadece kontrol esnasında çantamıza, cüzdanımıza uyuşturucu koymuş olmaları ihtimalinden şüphelendim. Çünkü gördüm ki o adam cüzdanımı, paramı almadan kapadı. Bana vermedi fakat hemen, ama benim bir elim cüzdandaydı. Neyse, sonra bir yere oturduk, cüzdanımı uyuşturucu var mı diye bakmak için açtığımda uyuşturucu olmadığını ve üstüne üstlük para da olmadığını gördüm.
Sonradan düşününce, evet soygun bağıra bağıra gelmiş, biz fazlasıyla iyi niyetli ve yabancı bir ülkede olmanın verdiği panikle davranmışız. Fakat yine düşününce, muhtemelen o hırsızların biber gazları, bıçakları ya da herhangi bir direnmeye karşı bir başka önlemleri vardı. Duvara kıstırılmıştık, kaçacak yerimiz yoktu ve onu o an o şekilde algılayamıyorduk. Giden para olsun dedik. Sonradan konuştuğumuz ve turizm bölümünde çalışan ve arkadaşımın daha sonra İstanbul’da da görüştüğü bir kişiyle konuşma imkanımız oldu. Aynı akşam olan Real Madrid-Barcelona maçını seyretmek için bir evdeki toplantıya katıldık. Daracık bir salonda kimisi yerde, kimisi koltukta yaklaşık yirmi kişi çok güzel bir gece geçirdik. (Kimsenin maça baktığı yoktu açıkçası, maç bahane.) Turizm bürosunda da çalışmış olmanın verdiği tecrübeyle anlattı ki bize, her gün en az elli turist ortalıkta dolaşarak “polisin numarası kaç” diye soruyormuş panikle ve Barcelona bu konuda çok turist kaybı yaşıyormuş. Belediye-hükümet artık sorumlusu her kimse bu konuda kalıcı ve etkili önlemler alınması gerektiğinden bahsetti. Öyle soygun yöntemleri anlattı ki aklım almadı. Kuş pisletti gibi yaparak ortaya çıkan adamların temizlenmeye yardımcı olurken çantayı götürmeleri mi dersiniz, La Rambla’da boyunlara asılı fotoğraf makinelerinin kesilerek çalınması mı?..
Soyulduktan sonra gün boyu ortalıkta amaçsızca dolaştık, Gaudi’nin evlerine, Casa Milla ve Casa Battio’ya ancak dışarıdan bakabildik.
Ve ertesi gün kendimize geldiğimizde Park Guell’e gitmeye karar verdik. Gaudi’nin Barcelona’ya armağanı… İndiğiniz metro istasyonundan yukarı doğru epey bir yol gitmeniz gerekiyor ve o yolu yürüdüğünüze gerçekten değiyor. Bir festival alanı, Barcelona’nın nefes alma yeri sanki.
Ve ne var ki yine yarım kalmış bir proje… Bugün Kültür Mirası listesinde. Rengarenk evler, heykeller, koltuklar… Gaudi’nin benim için en görkemli eseri “Park Guell.”
Park Güell’i gezdikten sonra yine ertesi gün Mont Juic’e gitmeye karar verdik bu kez. Çok yüksek gözükmedi gözümüze, teleferik’e binmek yerine yürüyerek çıkalım dedik. Nitekim dinlene dinlene, ara duraklarda dura dura çok da zorlanmadan çıktık. Şahane bir Barcelona manzarası vaad ediyor burası size.
Sagrada Familia’yı, havaalanını, limanı, deniz kenarındaki alışveriş merkezini… Tepenin en üst noktasında bulunan kaleyi gezdikten sonra yine yürüyerek indik aşağı ve Barcelona’nın bir başka merkezi Plaza de Espana’ya vardık. Burası geceleri yapılan ışık gösterileriyle de turistleri kendisine çeken bir meydan.
Meydanın hemen bir başka köşesinde bulunan arena ise, neyse ki artık bırakılması gerektiğine inandığım ve tamamıyla karşısında olduğum için İspanya’da bulunduğumuz herhangi bir zamanda ufacık bile olsa ilgilenmediğim Boğa Güreşleri için değil, konserler, festivaller için kullanılıyormuş, zira Katalanlar da Boğa Güreşi sempatizanı sayılmazlarmış, onlar da karşıymış denilebilir sanırım.
Şimdi Barcelona’ya bir kez daha gitmek istiyorum. Picasso Müzesi, Gaudi evleri ve birçok başka şey eksik kaldı. Yukarıda anlatırken yine yaşamış gibi olup, moralimi bozsam da, aklımda Barcelona’dan kalan hoş anılar var genellikle.
Çevreyi korumaya yönelik ve nükleere karşı bir etkinlik için kurulan pazar, yine Barcelona’da yaşayan biri sayesinde tanıştığımız muhteşem bir bisiklet kiralama sistemi, elbette La Rambla, tarihi sokakları ve belki de en büyük imzasıyla şehre karakterini veren Gaudi…
Son olarak La Rambla’dan fotoğraf paylaşmadan bitirmek olmaz. La Rambla üzerindeki La Boqueria’ya uğrayıp biraz meyve alabilir, sularını içebilirsiniz
Geçtiğimiz yıllarda gezginlerce “hırsızlığın başkenti” olarak seçilen Barcelona, bu güzel şehir, bunları hak etmiyor. Acilen önlem alınmasını ve Barcelona’nın tanınırlığının bu şekilde anılmasının sonlanmasını diliyorum.
Leave a reply