“Şevk Akşamında Endülüs Üç Defa Kırmızı” – Granada

İleride anlatacağım maceralı bir Cebelitarık Boğazı yolculuğunun ardından, planladığımızdan çok sonra vardık İspanya’ya. Algeciras’da indiğimizde, artık aklımızda yerel tat, değişik bir şey yeme fikri yoktu. Güverteden, otobüs terminaline yürürken karşımıza çıkan “Shawarmaİstanbul” isimli dükkana bir heves attık kendimizi o yüzden. “Biz Türkiye’den geliyoruz” dedik, fakat karşımızda bir Türk yoktu, onun yerine İstanbul’u görmüş, çok beğenmiş ve bu yüzden de dükkanına İstanbul ismini koymuş bir adam vardı. Keyfini çıkararak yedik falafellerimizi ve sonra otobüs terminaline doğru yola çıktık.

Boğaz geçişinde, Fas’ta yaşadıklarımız sebebiyle Granada’ya son otobüsü kaçırmıştık, Malaga’dan bulabilirsiniz dediler. Malaga otobüsüne bindik, hafif bir Endülüs turu atıyorduk kısacası. Yemyeşil doğası, harika mimarisiyle büyüleyici yollardan yorgunluğumuza yenik düşüp de uyumadan geçmeye çalıştıysak da ne çare. Fazla uzatmayayım, Malaga’dan da Granada’ya ancak gece 1’de otobüs bulduk ve sabaha karşı Granada’ya indik.

Couchsurfing sistemini bilen vardır, buraya üye olduğunuzda seyahat tarihleriniz için o şehirlerden üye olmuş insanlara yazabiliyor ve eğer uygunlarsa evlerine misafir olabiliyorsunuz. Couchsurfing bir “bedava otel” sistemi değil, kültürel paylaşım, beraber vakit geçirme, yeni arkadaşlar edinme üzerine daha çok… Biz de İspanya’da ancak Granada’da Pepe isimli birinin evine konuk olacaktık ve tabii yaşadıklarımızdan kendisini haberdar etmiştik. O her ne kadar bize “saat kaç olursa olsun gelebilirsiniz” demiş olsa da, biz rahatsız etmemek adına gecenin kalan saatlerini otogarda geçirdik, sabah Pepe’yi aradık.

Granada’nın merkezi caddelerinden birinde, Reses Catolicos’ta kahvaltımızı yaparken Pepe bizi almaya geldi. Pepe’nin evi eski Granada’nın şahane taş sokaklarla örülmüş mahallesi Albaicin’de. Bu mahalle yokuşlu, dar sokaklarla süslü, şahane bir yerdi.

Pepe’nin evine gittiğimizde, kendi evimizdeymiş gibi hissettik. Nihayet kabus sona ermişti ve varmak istediğimiz noktadaydık. Yeterince vakit kaybetmiştik, bu yüzden Pepe’nin “uyuyabilirsiniz” teklifini reddettik. Bunun üzerine Pepe bize Endülüs kahvaltısı hazırladı. Rendelenmiş domatesi kızarmış ekmeklerin üzerine sürüp, yağlayıp, tuzlayarak servis edilen bir kahvaltı bu. Pepe bir okulda çalışıyordu ve o işe giderken biz de çıkarak gezmeye karar verdik.

Granada’nın belediye başkanı muhafazakar partiye mensupmuş ve epey kök söktürüyormuş Granadalılara. Yasaklarla örülüymüş etrafları Pepe’nin dediğine göre. Ayrıca insanların fotoğraflarda gördüğünüz dar sokaklara giren toplu taşıma araçlarından şikayetçi olduğunu da belirtti Pepe. Gerçekten böyle dar sokaklara, kocaman minibüslerin giriyor olması mantıklı gelmedi. İnsanların yürümesi, ya da sadece belli başlı merkezi noktalara ulaşımın gitmesi ve insanları orada bırakması daha doğru olacakmış gibiydi.

Katedrali, eski Granada sokaklarını, Albaicin’i dolaştık doya doya. Nispeten yenice kısımlarına da gittik Granada’nın. Granada’da aynı zamanda bir grafiti sanatçısı da yaşıyormuş ve duvarları epey donatmış eserleriyle. Her köşede karşınıza grafitiler çıkabiliyor ve özellikle bir kısmına hayretler içinde bakakalıyorsunuz, biraz hayranlık, biraz da bizim şehirlerimizde böyle şeylerin olmamasının verdiği gıptayla.

Granada sokaklarını arşınlarken, önceki gecenin de vermiş olduğu yorgunlukla kolay pes ettik ve acıkarak merkezdeki bir yere oturduk. Hazır buraya kadar gelmişken Endülüs yemekleri yiyelim istedik. Gazpacho, resimde görmüş olduğunuz gibi bir çorba. Görüntüsü çok iç açıcı gelmiyor belki, ama tadı güzel. Aslında en çok neye benziyor derseniz, “salata suyu” derim. Tadı, domates ağırlıklı bir salatanın suyu gibiydi. Lezzetliydi. Buzla servis ediliyor.

Ardından paella yedik. Daha önceki yazıda belirttiğim gibi, bize en iyi Paella, Endülüs’te yenir demişlerdi, biz de hevesimizi Granada’ya saklamıştık, fakat tam bir hayalkırıklığıydı. Pilavı kuru, malzemesi eksikti. Yediğimiz Paella’nın içinde en azından midye ya da karides olması gerekiyordu, lakin yoktu.

Akşam eve döndüğümüzde Pepe bizi tekrar Albaicin sokaklarında bir geziye çıkardı. Yaptığım seyahatlerde yürümeyi tercih eden, ama normal hayatta yürümeyi çok da sevmeyen biriyim, Albaicin’in taşlı ve yokuşlu sokaklarında gezerken Pepe’ye, “ben bu evde oturamazdım, benim evimin önünden otobüs geçmesi gerek, eve gitmek için çaba harcamamalıyım” dedim şaka yollu, kıskandım sanırım evinin bulunduğu bu harika mahalleyi. Seviyor elbette evini, burada kim otursa sever. Şimdi böyle desem de, ben o mahallede otursam, saatlerce yürümeyi bile göze alabilirim belki.

Bir parktan yarın gezeceğimiz Elhamra Sarayı’nı seyretmeye götürdü Pepe bizi. Günün bazı anlarında, uygun ışığı aldığında gerçekmiş gibi gözükmüyor, sanki bir masal sarayına bakarmış gibi oluyorsunuz.

Arkasındaki dağlarda halen karlar vardı, söz konusu parkta fazla duramadık. Nitekim, eve gitmeli, uyumalıydık. Elhamra için önceden bilet almadığımızdan, sabah erkenden gidip kuyruğa girmemiz gerekiyordu.

Albaicin sokaklarında dolaşırken, yanımızda Pepe olmasaydı çok zorlanacağımızı tahmin ediyorum. Elinizde harita olsa bile, yetmeyebiliyor, sokaklar o kadar çabuk değişiyor ve hepsi o kadar aynı ki bir noktadan sonra karıştırıyor, nerede olduğunuzu bile anlayamıyorsunuz.

Nitekim, bizi gülümsetmeyi başaran bir şeye rastladık. Sanıyorum, haritadan bir yere ulaşmaya çalışırken yolları karıştıran biri, karşısına çıkan sokak tabelasının, beklediği sokağı belirten tabela olmaması karşısında isyan etmiş ve tabelaya “are you sure?(emin misin?)” şeklinde bu isyanını yansıtmıştı.

Yarın büyülü bir gün olacak. Elhamra Sarayı’nı göreceğiz. Sarayı yaptıranların, bulundukları topraklardan kovulmaları sırasında, sarayda oturan hükümdar Elhamra’yı görebildiği son noktadan arkasını dönüp seyretmiş sarayı. Bir damla gözyaşı süzülmüş gözünden ve Elhamra’yı da bir daha görememiş.

Şimdi o saray isteyen herkese açık. Belki de en çok bu yüzden geliyor insanlar Granada’ya, belki biz de en çok bu yüzden buradaydık.

Ertesi sabah 7’de kalktığımda, hava henüz aydınlanmış gibiydi dışarıda. Bir önceki yazıda bahsettiğim gibi, Pepe’nin Albaicin’de bulunan evinden çıkarak, sabahın sessizliğinde taşlı, dar sokaklarda yürüyerek ulaştık Gran Via’ya. “Alhambra Bus” adı verilen, Ankara’nın dolmuşları gibi olan bir minibüs çok kısa aralıklarla Elhamra Sarayı’na turist taşımaya çoktan başlamıştı.

Bu fotoğrafı ne var ki o sabah çekmedim. Saraya gidene kadar çok cimri kullandım makinemi, yedek pillerim olmasına rağmen sarayın içinde bir sorun yaşamayalım diye… Minibüslerin biri kalkıyor, öbürü geliyordu. Söylenenler o ki, sabah saat 5’ten itibaren saraya gitmeye başlarmış insanlar bilet kuyruğuna girmek için. Sebebini biraz anlatmaya çalışayım.

Saraya girmek için aslında en ideal yol, internetten bilet alıp (www.alhambra-tickets.es), sabah açılış saatinde gitmek… Fakat bunun için geç kalmıştık, yer çoktan tükenmişti. O yüzden sabah erken saraya gidip, kuyruğa giriyor, biletinizi alıp içeri girebiliyorsunuz. Aynı işlemi öğleden sonra 2’de başlayan girişler için de yapabilirsiniz, bu kez öğlen 12 gibi gitmeniz uygun olacaktır sanıyorum.

Bir de kuyrukta bekleyip vakit kaybetmek istemiyorsanız, kuyruğun gişeye kavuştuğu yerde sağ tarafınıza baktığınızda “kredi kartı bölümünü” gösteren bir ok işareti göreceksiniz. İnsanlar biletlerini nakit almak istediklerinden midir, yoksa kredi kartı bölümünü bilmediklerinden midir, o kısım dolmuyor.

Fotoğrafın anlatmakta kifayetsiz kaldığı upuzun bir kuyruktan kurtularak biletimizi kredi kartıyla aldık. İçeride yer yer kafeler olsa da, eğer sabah kahvaltı yapmadan geldiyseniz, içeri girmeden önce kahvaltı yapmanızda yarar var, çünkü saatler sürecek bir gezi sizi bekliyor Elhamra’da.

İlk olarak Generalife kısmını gezmeye karar verdik. Bu kısım sultanların şehrin sıcağından kaçıp, serinliğe sığındıkları yermiş. Anlamı ise “yüce cennet bahçesi” imiş.

Yemyeşil bir yol, her yanında sular, çok güzel bir peyzaj… Deseler ki, “al bu saray senin, gir yaşa…”  yaşanır.

Generalife kısmına girerken de diğer kısımlarda olduğu gibi biletiniz kontrol ediliyor. “General Visit” bileti almanız, size sarayda her yere girme hakkı tanıyacaktır, fakat maalesef sadece birer kez. Yani bir yerden çıktığınızda geri dönemiyorsunuz. Tüm güzellikleri içinize çeke çeke dolaşmanızda fayda var.

Generalife kısmında girişten, bahçelere uzanan yürüyüş yoluna kadar her yer, karakteristik “Mağribi mimarisi” ile yapılmış. Generalife kısmını bitirdikten sonra sarayın asıl kısımlarının olduğu yere doğru yürüyüşe başladık.

Bir yanımız Albaicin, bir yanımız bahçeler, büyülü bir yolda yürüyor gibiydik. Elhamra’nın en önemli özelliklerinden biri ışık, su ve süsleme gibi mimari unsurların bir arada kullanılması olarak gösteriliyor zaten, saraya günün bazı saatlerinde güneş öyle bir açıdan vuruyor ki, sanki bir masal kahramanının yaşadığı yermiş gibi görünüyor.

Girişte aldığımız harita sayesinde, bilinçli bir şekilde yürümeye devam ederken, bir yandan da saatimizi kontrol ediyorduk sık sık. Biletin üzerinde sizin “Nasrid Palace” kısmına girmeniz için verilmiş bir saat var, o saaten önce ve sonra giriş yapamıyor, ayrıca içeride ancak yarım saat kalabiliyorsunuz.

Taş yollarda yürürken, bilet kuyruğundaki kalabalığın teker teker içeri girmeye başladığını ve girdiğimiz andaki sakinliğin yok olacağını fark ettik. Güneş de etkisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Neyse ki sarayın çeşitli noktalarında yorulan insanların dinlenmesi için belirlenmiş noktaların dışında susayanlar için içme suyu da mevcut, bir düğmeye basarak aktif hale getirebildiğiniz tas benzeri çeşmelerden su içebiliyorsunuz.

Hamamı gezdikten sonra, karşımıza V. Karl’ın Sarayı çıktı. İçerisi bugün müze haline getirilmiş ve aynı zamanda geçici sergilere de ev sahipliği yapıyor. Biz gittiğimizde Escher isimli bir sanatçının, ilgi çekici bir sergisi vardı. Bu saray, Mağribi Mimarisi’nden ayrı bir noktada duruyor ve Elhamra’nın bütünlüğü içerisinde, ana yapıdan tamamen bağımsız bir mimariyle sırıtıyor. Tek başına güzel olmasına rağmen, Elhamra’nın içinde Elhamra’nın köşesinde kalmış üvey bir çocuk gibi.

Sarayın içinde gönlümüzce dolaşıyor, bir yandan da Nasrid Sarayı’na girme vaktimizi bekliyorduk. Karşımıza sürekli öğrenci grupları çıktı, öğretmenleriyle beraber sarayı gezmeye gelmişlerdi herbiri en fazla 10 yaşındaki çocuklar. Henüz küçük yaşlardayken müze gezme kültürünü ediniyor, bulundukları toprakların da tarihini görerek öğreniyorlar. Türkiye’de de keşke bu yaygınlaşabilse diye düşünüyorum her seferinde, burada da var öyle geziler farkındayım, ama yeterli olduğunu düşünmüyorum.

Gitgide kalabalıklaşmış bir ortamda gezerken, nihayet Nasrid Sarayı’na girme vaktimiz geldi. On beş dakika önceden gidip kuyruğa girdik, zira içeride geçirebileceğimiz söylenen vakit yarım saat. Nasrid Sarayı’nın niye farklı bir gezme programına dahil olduğunu düşündük bir yandan.Nasri SultanlarıDuvardaki işlemelerin daha fazla olması ve bunların kalabalığı aynı anda içeri toplayarak zarar görmesinin önlenmek istenmesi olabilir miydi? Ya da, daha orijinale yakın bir şekilde korunmuştu sanki, bunun bozulmasını istemiyor olabilirlerdi. Nitekim bu saray yıllar boyu çeşitli yağmalamalara ve çürümeye maruz kalmış ve büyük ölçüde restorasyon geçirmiş. Dolayısıyla korumak istemeleri çok doğal.

Nasrid Sarayı’nı beraber girdiğimiz grupla gezmeye başladığımızda gözümüz bir yandan saatteydi, yetiştirebilecek miyiz’in paniği sarmıştı. Sonradan anladık ki içeri vaktinde girdikten sonra, çıkış konusunda biraz daha gevşek davranabiliyorlar. Saraya vaktinde girmeye dikkat etmeniz yeterli, devamında biraz daha rahat gezebilirsiniz. Nitekim, içeride turist kafileleri bulunduğu sürece, zaten siz kimsenin gözüne batmıyorsunuz.

Nasrid’den çıkınca karşınızda artık saraya veda etme vaktinizin geldiğini haykıran Patal bölümü var. Elhamra Sarayı’yla ilgili tüm tanıtım metinlerinde, artık Elhamra’nın simgesi haline gelmiş o meşhur fotoğrafı, ete kemiğe bürünmüş halini görme fırsatımız oldu böylece. Patal Sarayı.

Burası Elhamra’nın en eski binasıymış ve aslında bir tek bundan ibaret değilmiş, geriye bu kalmış sadece.

Artık sarayın bittiğini bilsek bile, pek çıkmak istemediğimizden, ağır adımlarla, dura kalka, etrafımıza bakınarak terk ettik orayı. Hep bir şeyler eksik kaldı duygusuyla… Altı saattir saraydaydık, buna rağmen yetinememiştik.

Biz de çıkıp, St. Nicolas’a gittik. Albaicin’in tepe noktalarından birinde bulunan parka, bir de oradan baktık Elhamra’ya. Hep söylediğim gibi, gerçek gibi değildi.

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *