Ağrı ve Doğubeyazıt

Derler ki, Ağrı’da havaalanı yolu üzerinde bulunan kaynak suyundan içenler, elbet bir gün Ağrı’ya dönerlermiş. Dönüyorum işte, gerçi bu varsayıma göre benim buraya gezmeye değil, göreve gelmem gerekiyor, bakalım zaman neler gösterecek.

Van Gölü Turizm ile Ağrı’ya doğru yola çıkıyoruz. (30 TL).

Heyecanım büyük, on altı yıl olmuş ayrılalı. Yakınlarına yaklaşmışım, ama Ağrı’ya ilk kez dönüyorum o günden sonra, hep istediğim yere… Zor zamanlarda Ağrı’daydık, ama çocukken o zorlukları anlamıyorsunuz ve aklınızda güzel kalıyor.

Yolda bir kontrol oluyor, Ağrı’ya varıp da inince anlıyoruz ki çantalarımız açılmış. Çok mu zor otobüse binip çantaların açılacağını söylemek, beni çantamın iradem dışında ve bana haber vermeden açılmış olması rahatsız ediyor.

Üç saatlik bir yolculuğun ardından varıyoruz Ağrı’ya. İlk istikamet orduevi…

Van’dayken paylaştığım bir fotoğrafın altına arkadaşım yazmıştı, “Ağrı’ya gelirsen haberimiz olsun” diye, odaya yerleşir yerleşmez ona yazıyorum, “ben Ağrı’dayım…” Ertesi akşam için sözleşiyoruz, ilkokul arkadaşlarımla buluşacağım. Organizasyon işini elbette ona devrediyorum ve orduevinin bahçesine iniyorum. Kapısından bahçeye çıkar çıkmaz içim ısınıyor, saat 5 olmak üzere, ama ben saatlerce orada oturmak istiyorum hiçbir şey yapmadan. Akşam yemeği saati gelince içeri giriyor, yemeğimizi yiyoruz ve ardından şöyle bir yürüyüşe çıkıyoruz dışarıya.

Oturduğumuz evin önünden geçiyorum, ama daha yanına gitmeye zaman var, kendimce iki gün sonraya attım bu işi.

Ağrı’nın en merkezi caddesi Cumhuriyet Caddesi, çoğu şehirde sıkıntısı çekilen bir durum olsa da, Ağrı’da böyle büyük bir yaya caddesinin olması güzel bir şey. Epey gelişmiş Ağrı, büyük mağazalar da teşrif etmişler. Benim çocukluğumdan hatırladığım bir tek Sagra mağazası, çocukluk işte, çikolata şelaleleri, fındık ezmeleri… İçgüdüsel midir bilmiyorum, hatırlamaya başlıyorum yavaş yavaş, “şu yoldan gidersek galiba okula gidiyorum…”

O dönem oturduğumuz evle okulun arası belki ancak 600-700 metre, ama servisle giderdik, “güvenlik” denilen gerekçeyle. Giderken annem izin vermezdi yürümeme, ama okul çıkışı kontrol altına alamazdı ya, kar kış demeden yürüyerek dönerdik.

Okula gitme işini de ertesi güne bırakıyorum ve geri dönüyor, biraz daha bahçede oturup dinlenmek üzere odalarımıza çıkıyoruz.

Ertesi gün ilk istikametimiz Doğubeyazıt. Bir taksi ile anlaşıyoruz tekrar, gidiş geliş 160 TL’ye. Ağrı’dan doğrudan Meteor Çukuru’na gidiyoruz. Burası İran sınırında tam da, bu yüzden girerken kontrol noktasında size kimlik veya pasaport bırakmanız konusunda uyarıda bulunulabiliyor.

 Doğubeyazıt’a yaklaştıktan sonra, Ağrı Dağı size eşlik etmeye başlıyor, ama buralardan o kadar da heybetli gözükmüyor, biz de yüksekteyiz, zirveye biraz olsun daha yakınız diye belki. Iğdır’dan örneğin, çok daha heybetli gelmişti gözümüze Ağrı Dağı. Fakat derler ki, Ağrı Dağı en güzel Erivan’dan gözükür, umarım görebilirim bir gün oradan da.

Meteor Çukuru ile ilgili de efsaneler muhtelif.  Kültür Müdürlüğü’nün tezine göre, 1892 yılında düşen büyük bir göktaşı tarafından oluşturulmuş bu çukur, bunu “bir sarsıntı oluşmuş, yöre halkı sarsılmış…” gibi görüşlerle de destekliyorlar.

Buna karşın, bu çukurun bazalt lavları ve bazaltlar içinde açılmış bir çöküntü çukuru olduğunu söyleyenler de var.  Çukur derinliğini gitgide kaybederken, Kültür Bakanlığı işe el koyuyor ve çukurun dolumunu engelleyecek projeler üzerinde çalışıyor.

Meteor Çukuru’nun bulunduğu nokta söylediğim gibi tam İran sınırında, oradayken de ben çukurdan çok sınırı seyrettim. Birkaç adım ötemdeki iğreti dikilmiş direklerin ayırdığı sınıra… Biraz yürüsem İran’dayım. Tuhaf geldi yine, birkaç adım öteye gidememek…

 Doğubeyazıt’ın ev sahipliği yaptığı efsanelerden biri Nuh’un Gemisi efsanesi, çoğumuz kaba taslak da olsa bu efsaneyi biliriz. İnsanların doğru yoldan sapması sebebiyle Tanrı onları cezalandırmaya karar veriyor, bu arada Nuh’a bir gemi yapmasını ve o geminin içine yeryüzünde bulunan bütün canlılardan erkek-dişi birer çifti almasını söylüyor. Tufan esnasında 150 gün bu gemi sularda yüzüyor ve Ağrı Dağı’nın Cudi tepelerine oturuyor ve eline dürbününü, malzemesini alan soluğu burada alıp gemi aramaya başlar. Bu tufan efsanesinin çıkış noktası ise Sümerler denilebilir, Muazzez İlmiye Çığ “Sümerliler’de Tufan, Tufanda Türkler” isimli kitabında efsanenin kökenlerine iniyor.

 Bugün Doğubeyazıt ile Meteor Çukuru arasında bir Nuh’un Gemisi mevcut. Bir tepe üzerinde bulunan gemi siluetine benzer bir oluşumu Nuh’un Gemisi adı altında ziyarete açmışlar. Bir de basit bir müze yapmışlar, müzede “taşlaşmış ahşap, fosilleşmiş deniz canlıları” gibi buluntularla efsaneyi ve oranın Nuh’un Gemisi olduğunu desteklemeye çalışıyorlar.

İshakpaşa Sarayı’na geçmeden önce, bu sarayla ilgili bir başka öyküyü anlatmak gerekir.

Hikayeye göre, buralarda yaşayan bir çoban İshak Paşa’nın kızına aşık oluyor. Paşa, kızına “olmaz” demek istemiyor, fakat içinden de kızını çobana vermek gelmiyor. Bir hal çare düşünürken, çobana “kızımı seviyorsun madem, gidip Ağrı Dağı’nın zirvesinden bize kar getir…” diyor. Çoban “tamam” diyor, fakat zirveye çıkarken hayatını kaybediyor. Bundan sonra kız dayanamıyor artık Ağrı’yı görmeye, babası da kızın o halini… Emir veriyor, “bir saray yapalım” diyor, “öyle bir saray olsun ki bu, hiçbir noktasından bu dağ gözükmesin..”

 İshakpaşa Sarayı’ndan gerçekten de Ağrı Dağı gözükmüyor, fakat sarayın 100 yıllık bir dönemde bitirilmiş olması hikayenin gerçekliğini sorgulamaya yol açabilir.

Lale Devri’nde yapılmış son büyük eserlerden biri olarak kabul ediliyor bu saray. Harem dairesi Topkapı Sarayı örnek alınarak yapılmış bu saray, Eski Doğubeyazıt’ta bulunuyor. Bugün Eski Doğubeyazıt’tan pek bir şey kalmamış işin aslı. Kale surları, Doğubeyazıt Camii ve kalıntılar…

 İshakpaşa Sarayı’nın ardından dönüş yoluna koyuluyoruz. Yolda bir kavurmacıda yiyoruz yemeğimizi, gelin görün ki çok kötü bir kavurma. Zorla, ayıp olmasın diye yiyorum ve kalkıyoruz.

Akşam…

İlkokul arkadaşlarımla buluşma zamanı. Okulun önünde buluşuyoruz, okul gerçekten de tahmin ettiğim yerde… Kapısı kilitli, dışarıdan bakıyorum, pek değişmemiş. Diktiğimiz ağaçlar büyümüş, seviniyorum.

Önce, o dönem deyim yerindeyse yediğimiz içtiğimizin ayrı gitmediği arkadaşımın yanına gidip onu alıyoruz ve sonra bir kafeye gidiyoruz. Önce bir egzoz patlaması sesi geliyor, sonra itfaiye aracı geçiyor ve normal olarak dışarı bakıyorum. Biri diyor ki, “korkma, bir şey olmaz…” Bozuluyorum biraz bu muameleye, “çocukken bu sokaklarda tek başıma dolaşırdım ben, unuttunuz mu” diyorum. Eski günlerden konuşmaya başlıyoruz, benim hatırlayamadığım bazı şeyleri onlar hatırlıyor, benim hatırladığım bazı kişileri ise hatırlayamıyorlar. Böyle böyle tamamlamaya çalışıyoruz parçaları. Zaman çok hızlı geçiyor ve ayrılma vakti geliyor, ertesi gün Erzurum’a geçeceğiz, o sebeple bir daha görüşme fırsatımız yok. “Ankara’ya gelirseniz haberim olsun” diyorum, bir daha görüşmek ve arayı çok açmamak üzere ayrılıyoruz. İyi geliyor bana bu buluşma.

Ertesi sabah birkaç işim var, sonrasında Ağrı’dan ayrılacağız.

Öncelikle o dönem yaşadığımız eve gidiyorum, sonrasında ise birçok başka arkadaşımın o dönem oturduğu şehrin biraz dışındaki diğer lojmanlara… Yol üzerinde Valilik’e uğrayıp şehir haritası ve rehber kitaplardan alıyorum.

Evlerin fotoğraflarını yolluyorum şu an halen görüştüğüm iki arkadaşıma, “tanıyın burayı bakalım…” diyerek, tanıyorlar nerede olduğumu bildikleri için tabii. Apartmanların birçoğu yıkılmış fakat, ikisinin de evleri durmuyor yerinde artık.

Okuluma gidiyorum sonra, kapısı açık bu kez. İçeri giriyorum, içgüdüsel olarak sınıfa çıkmak istiyorum, ayaklarım beni bir sınıfa götürüyor. Orası mı, halen emin değilim, ama içimden bir ses öyle diyor.  Bir de gündüz gözüyle bakıyorum ağaçlarımıza sonra.

Cumhuriyet Caddesi’nden yürüyüp dönüyorum orduevine. Bir taksiye binip tekrar, otogara gidiyoruz. İstikamet Erzurum… Aklım Ağrı’da… 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *