Urartuların Şehri: Van

Çocukluğumun önemli bir kısmının geçtiği coğrafyaya gidiyorum 16 yıl sonra. Ağrı’da üç yıl geçirdim 90’lı yıllarda, Van’a da gider gelirdik ben hatırlamasam da, Kars’a da… Kars’a giderken üç yıl önce, bu kadar heyecanlı değildim. Van’a gitmek daha bir garip hissettirdi, işin ucunda bir de Ağrı olduğundan olsa gerek…

 İzmir’den Ankara aktarmalı Anadolu Jet seferiyle, öğleden sonra iniyoruz Van’a. Çok yakın bir zamanda deprem görmüş bir şehir ve yaralarını tamamen sarmış durumda da değiller. Binalar arası boşluklar, hasarlı ve davalı olduklarından yıkılamamış hayalet binalar, konteyner kentler halen şehirde yaşamın bir parçası…

İlk gün yol yorgunluğunu atma ve yemekle geçiyor. Yemek konusuna değinmişken, ilk tavsiyemi de vermek isterim, şehirde Cumhuriyet Caddesi’nde bulunan Halil İbrahim Sofrası’nı tavsiye ediyorum. Kervansaray ile aynı klasmanda yer alıyor gibi gösterilse de, Kervansaray’ın fersah fersah ilerisinde. Büyükşehirlerde bulunan benzer restaurantların yanından fiyatları da uygun.

Bir boşlukta turizm ofisine gidiyoruz aynı zamanda, harita yok, şaşırtıcı değil. Depremi bahane gösteriyorlar, üzerinden iki yıl geçmiş, yeni harita çıkarılamamış. Rehber kitap veriyorlar ancak, bir harita duvarda kocaman duruyor, onun üzerinden anlatıyorlar.

Ertesi sabah elbette “Kahvaltı Sokak” güne başlangıç noktamız. Bir kahvaltı nasıl meşhur olabilir, nesi farklı olabilir diye düşünürdüm ben gitmeden önce, ki gerçekten ününü hak ediyormuş. Özellikle “kavut” dedikleri kavrulmuş esmer buğdayın balla birleşimine bayıldım. Ceviz reçeli konusunda favorim halen Kıbrıs maalesef. Kahvaltı Sokak’ta ise Sütçü Fevzi ya da Sütçü Kenan benim tavsiyelerim…

Kahvaltıdan sonra istikamet Akdamar, ya da Ahtamar! Şehir merkezinden bindiğiniz minibüsler sizi Akdamar iskelesine 7 liraya götürüyorlar ve eğer Grand Deniz Tur İskelesi’nden binerseniz gidiş geliş 10 lira ödüyorsunuz. Tekneler 12 kişi olana kadar kalkmıyorlar, fakat yoğun sezonda çok beklemek zorunda kalmıyorsunuz. Ölü sezonda ise, kendi teknenizi tutmanız gerekebilir, bunun için ise ortalama 120 lirayı gözden çıkarmanız gerekiyor.

Van Gölü’nün bu kadar denize benzediğini unutmuşum. Dört bir yandan kara parçaları gözüküyor olmasa, kolayca deniz kenarında da zannedebilirsiniz kendinizi, nitekim halk da zaten her Van yazısında belirtilmiştir muhtemelen, Van Gölü’ne deniz olarak sesleniyor.

Benim Türkiye’de en çok görmek istediğim yerlerden biri Akdamar. Bir öyküsü var elbette öncelikle, ismini nereden aldığına dair; sonu mutsuz biten bir aşk hikayesi… Bir zamanlar adada yaşayan Tamara’ya aşık bir delikanlının, aşkı için her gece yüzerek adaya gelirken bir gece bunu başaramayıp boğuluyor ve boğulurken, “ah Tamara!” diye haykırıyor.

Ada ise bugün asıl ününü üzerinde bulunan Akdamar Kilisesi’nden alıyor. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün hazırladığı kitapçıkta, kilisenin tarihçesi yer almıyor, “yüzlerce yıl öncesinden…” diye yuvarlak bir ifade kullanılmış ancak. 921 yılında Vaspurkan kralı Gagik Artzruni tarafından adaya saray, kilise ve manastır yaptırılıyor. Saray ve manastırın kalıntıları adada dursa da, kilise tüm ihtişamıyla ayakta ve Ermeni mimarisinin başyapıtlarından biri olarak kabul ediliyor. (Akdamar Kilisesi; 3 TL)

Sürekli gidip gelen teknelere binmediyseniz eğer, adada kısıtlı bir zamanınız olacak. Gerçi yeterli bir zaman bu, ortalama 2 saat bir vakit verdiler bize ve oturup bir şeyler içmeye bile vaktimiz kaldı. Arkasındaki hikayesi de, kilisenin kendisi de, üzerindeki kabartmalar, kabartmaların anlattıkları hikayeler de ayrı etkiliyor Akdamar’da.

Geldiğimiz tekneyle geri dönüyoruz. Şimdi istikamet Gevaş… Gevaş’a gelmeden hemen önce, Akdamar yönünden gelirken sağ tarafta bir mezarlık göreceksiniz. Etrafınızdaki betonarme binalar olmasa, sizi zamandan soyutlayacak bir Selçuklu mezarlığı… Es geçmeyin.

Mezarlığın ardından ise, Gevaş şehir merkezine doğru yola koyulduk, komik bir canavar heykeli, bir ters lale heykeli… Belediye binası yanından bulunan çay bahçesinde, elma ağaçlarının gölgesinde attık yorgunluğumuzu ve bir minibüse binerek istikamet Edremit.

Van Gölü kıyısında yer alan bu yerleşim biriminde amacımız, yerel halkın bizi yönlendirmesiyle inci kefali yemek. İnci kefali, akıntıya karşı göçü ile bilinen ve Van Gölü’nün sularına uyum sağlayabilmiş tek balık. Hayal ettiğimiz gibi göl kıyısında bir yer bulamadığımızdan, bir fırında yiyoruz balığımızı. Eti çok lezzetli, hatta diyebilirim ki yediğim en güzel balıklardan biri, fakat her yerde böyle midir bilemem, temizlemeden getiriliyor ve kendiniz temizliyorsunuz. İşte bu, o balığı yemeyi bir işkence haline getiriyor ki ben de birazcık doyduktan sonra pes ettim.

Ertesi gün…

Rotamız, Çavuştepe ve Hoşap… Dört kişiyiz, bir taksiyle anlaşıyoruz, gidiş geliş 200 liraya ve orada beklemeler de dahil buna.

M.Ö. 8. yüzyılda, 2. Sarduri tarafından kurduruluyor Çavuştepe. Urartu dönemine ait bu şehir, iki ayrı tanrıya adanmış, iki ayrı tapınağa ev sahipliği yapıyor. Tapınakların biri Tanrı Haldi’ye adanmışken, diğer Tanrı İrmuşi’ye adanmış. Haldi’nin tapınağından bugüne pek bir şey kalmamış maalesef, fakat İrmuşi’nin tapınağının bazalt bloklardan oluşan duvarları halen duruyor, Tayfun’un korumasında… Tayfun biraz sonra…

Çavuştepe’de bulunan şarap ve erzak depoları, o döneme göre çok gelişmiş tuvalet ve kanalizasyon sistemleri insanları şaşırtıyor. İnsanları şaşırtan başka biri var ama Çavuştepe’de, Mehmet Kuşman! Buranın bekçiliğini yaparken, azimle ve kendi çabasıyla Urartu dilini öğrenmiş ve bugün gönüllü olarak kendisini halen Çavuştepe’ye adamış olan o insandan… Türkiye devlet nezdinde pek kıymet bilmiyor belki ama, akademik çevrelere çoktan girmiş durumda. Her yıl ABD’de düzenlenen Urartu konferanslarına katılıyor. Tayfun ise Çavuştepe’nin köpeği… Adım adım öğrenmiş durumda Tayfun da Mehmet Kuşman’ın peşinde araziyi, nerede yatılır, neresi korunmalı biliyor. Bu derya deniz insandan ayaklarımız geri geri ayrılıyoruz, yol bizi bekler, istikamet Hoşap.

Yine ilk kez Urartular zamanında inşa edilen Hoşap Kalesi, bugün Hoşap beldesine tepeden tüm görkemiyle bakıyor. Kaleye tırmanmadan önce, aşağıda, tarihi köprünün karşısında bir çay ocağında çay içiyoruz. Çok güzel karşılanıyoruz orada, hoşgeldinler, beş gittinler derken içim ısınıyor. Bu coğrafyanın sıcaklığı yok başka yerde.

Kalenin bugün gördüğümüz bölümleri esas olarak Osmanlı Dönemi’ne ait. Kale ise şu an restorasyonda olduğundan her yeri gezilemiyor. Yine iyi bir bekçiyle tanıştık Hoşap’ta da. Kale restorasyonda tamamen kapatılmışken, misafiri gelen bu bekçiyi arıyormuş. Valisi, bakanı… “Aç görsünler…” En sonunda canına tak etmiş, Vali arayınca, “açamam” demiş, “eğer normal halk giremiyorsa, sizin misafirleriniz de giremez, ya tamamen açın, ya da açmıyorum ben.”

Sürgünler, şunlar bunlar derken, tekrar dönmüş Hoşap’a ve nihayetinde kale halka da açılmış. Hoşap Kalesi’nden çıktıktan sonra, Yüksekova’ya devam etmeye karar veriyoruz. 

Akşam epey geç vakit varıyoruz Van’a, Kervansaray’da yiyip pek de memnun ayrılmıyoruz bu kez. Ertesi gün artık şehir dışında değiliz, Van içerisinde gezineceğiz.

Van Belediyesi’nin merdivenleri de gökkuşağı renklerine boyanmış, fakat insanların ilgi gösterdiği söylenemez. Gelip geçiyorlar önünden, bize de garip garip bakıyorlar gelip geçerken.

Şimdi istikametimiz İskele…

İskele Caddesi, Van Depremi’nde en çok hasar görmüş bölgelerden biri Van şehir merkezinde, nitekim boydan boya caddeyi geçerken de yıkıntılar, boş kalmış alanlar çekiyor dikkatinizi. En ironik olan da, şehirde bulunan devlet binaları arasında neredeyse tek bir sağlam binanın bile kalmamış olması… Devlet Su İşleri’nin yerinden tutun, Valilik binasına, Öğretmenevi’nden, Subay Orduevi’ne kadar devlet binaları hep hasarlı, ya da yıkılmış.

İskele’de bulunan bir çay bahçesinde oturuyoruz bir süre önce, gölün kıyısından karşıda bulunan Van Kalesi’ni seyrediyoruz. O gün Akdamar’da ayin var, şehirde ayrı bir hareketlilik var dolayısıyla. Otobüslerin ve turistlerin sayısında çok belirgin bir artış… Günlerden Pazar, olur ya, Türkiye’deyiz, işler tam olması gerektiği gibi yürümez, üniversiteyi arayıp zar zor ulaşıyorum Van Kedisi Evi’ne, açıklarmış. Öyleyse kalkıp oraya gidebiliriz…

 

Yüzüncü Yıl Üniversitesi Kampüsü içerisinde bulunan Van Kedisi Evi’nde, Van kedileri koruma altında tutuluyorlar. Bu doğru bir tanım mı emin değilim, zavallı kediler orada hapis hayatı yaşıyorlar aslında. Bir evde bulunmak gibi değil, tel örgülerin arkasında, kalabalık gruplar halinde, mutsuz mutsuz dolanıyor, her gelenle oynamak için yalvarır sesler çıkarıyorlar. Kafeslerin içine girip, kedilerle haşır neşir olmanız yasak.

Van Kedi Evi’nin ardından –ben biraz hayalkırıklığına uğramış durumdayım – Eski Van ve Van Kalesi’nin yolunu tutturuyoruz. Eski Van’da da restorasyon var. Eski Van dediğime bakmayın, Eski Van’dan kalan bir iki camiinin yanı sıra, birkaç yıkık minare ve eski evlerin ancak izleri..

Van Kalesi de aynı şekilde restorasyonda. Kalenin her yeri şu an ziyarete açık değil, ayrıca düzenlenmiş olan yoldan çıkmanıza da izin verilmiyor. Toz toprağın içinden, patika yol bile denilemeyecek alanlardan geçerek varabiliyorsunuz kaleye. Kale bugün turistik ziyaretten çok, şehirden kaçan insanların sığınma yeri olmuş. Şehir de Van Gölü de ayaklarınızın altında kalede hakikaten, hem Urartu’nun, hem Selçuklu’nun, hem de Osmanlı’nın izlerini taşıyor içerisinde. Üstelik bu kalenin etrafında bulunan Van Kalesi Höyüğü, bize buradaki yaşamın Urartular’dan da önceye gittiğini söylüyor…

Kaleye başlangıç noktanızın hemen yanı başında Urartu dilinde yazılmış bir yazıt da bulunuyor, fakat burayı gösteren ne bir işaret, ne bir yönlendirme levhası var. Merak edip başka bölgeleri dolaşırsanız görüyorsunuz ancak, ya da kapıdaki güvenlik görevlileri sizi oralara götürebiliyor sorduğunuz takdirde.

Van Kalesi girişinde bulunan güzel Eski Van Evi’ni de dilerseniz gezebiliyorsunuz, yalnız varış saatinize göre buraya öncelik verebilirsiniz. Mesai saatinin bitiminde burası kapanırken, kaleye gün batımına kadar tırmanmanız mümkün.

Bizim son amacımız ise Meher Kapı’yı görmek, fakat kime sorsak ne bilen var, ne duyan adını… Bir taksi şoförü arkadaşına soruyor ve öğrendiğini düşünerek bizi yola düşürüyor. Fakat biz Anzaf Kalesi’ne geliyoruz, olsun, buraya kadar gelmişken kaleyi görelim… Kalede bulunan yazıtların çoğu Van Müzesi’nde, daha doğrusu böyle bir müze bugün yok. En önemli koleksiyonlardan birine, Urartular’ın en geniş koleksiyonuna ev sahipliği yapan Van Müzesi de diğer devlet binaları gibi depremde hasar gördüğünden ziyarete kapalı, yenisi Eski Van bölgesinde, kale girişine yakın bir yerde inşaa ediliyor şu an. Müze kapalı olsa da, görevlilerin bina içerisinde duruyor olması ise herhalde bize özgü tuhaflıklardan yalnızca bir başkası…

Anzaf Kalesi, bugün yalnızca kalıntıları ayakta kalmış bir kale. Elbette Urartu döneminden selamlıyor günümüzü… Tam tırmanırken, arkamdan gelen bir Van Kedisi, kaleyi es geçmeme sebep oluyor. Kaçmıyor benden, alıyorum kucağıma. Her yerine dikenler batmış, temizliyorum, sesini çıkarmadan oturuyor. Sonra epey bir seviyorum, seveceğim yerleri gösteriyor bana, boynunu, karnını… Nihayetinde sevilmeye doyuyor ve iniyor kucağımdan. Van Kedileri, insanlara çok yakın, genellikle kaçmayan bir tür kedi. En ilginç özellikleri ise, dünya üzerinde kendi arzusuyla yüzmeyi seven tek kedi türü olması… Bir gözü kehribar, bir gözü mavi renkte kediler asıl olarak ünlü olsa da, iki gözü kehribar ya da mavi olan Van kedileri de elbette var.

Kediyle haşır neşirliğim bittikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Bu esnada da Meher Kapı’nın istikbalini öğreniyoruz bir şekilde: Askeri arazinin içinde kaldı, artık gezilemiyor. Duvarlarında askerlerin şafak yazıları var. İyi bakılmıyor.

Son günümüzde biraz yöresel yemek yeme niyetindeyiz. Şoför bizi Aişe isimli bir yere bırakıyor. Yemeklerin hepsi şahane, Van’da mutlaka uğramanız gereken yerlerden biri olmalı burası. Biz her yöresel yemekten birer porsiyon olacak şekilde ortaya istiyoruz hepsini tadabilmek için, dört kişiyiz ve hepsini bitirebiliyoruz. Fakat daha az sayıda kişi için fazla gelebilir, siz sayınıza göre benzer bir kombinasyon yapabilirsiniz.

Sahibi ile tanışıyoruz Aişe’nin, konu dönüp dolaşıp depreme geliyor. Deprem anında yaşanan telaşı anlatıyor bize, ortalığın bir anda nasıl mahşer yerine döndüğünü, çok uzun bir süre kimsenin yüzlerine bakmadığını, insanların başlattığı yardım seferberliğini ama devletin epey bir süre onlarla ilgilenmemesini… Bugün de Van’daki depremzedeler açlık grevindeler. Her ne kadar şehrin önemli bir kısmı dahi onlara yüz çevirmiş, deprem döneminde gördükleri muameleyi unutmuş ve rutin hayatlarına dönmüş olsa da, biz hala zorluk çeken o insanlara, onların açlık grevine kulak verelim…

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *