Yirmi dakika gecikmeyle, 8 Temmuz Pazar günü saat 13.55’te kalktı uçağımız İstanbul Sabiha Gökçen’den. Gidiş – geliş toplam 209 lira verdik İstanbul – Priştine arası Pegasus’a ve biletimizi bir ay önce kampanyadan satın aldık.
Bir saat gibi bir sürenin ardından uçağımız Priştine’ye indi. Gümrük memuru, neden geldiğimizi, ne yapacağımızı sordu. “Balkan turu yapacağız” dedim, bunun üzerine bizi gümrükten geçirip başka bir polisin yanına götürdüler, “hangi ülkelere gideceksiniz” diye sordu, içinde Sırbistan da vardı, bir an tereddüt ettim, ama söyledim, “tamam” dediler ve “hoşgeldiniz” diyerek hiçbir damga basmadan bizi ülkeye aldılar.
Elimizdeki bilgiye göre, iki saatte bir kalkan bir havaalanı otobüsü olması lazım. Etrafı şöyle bir kolaçan ediyoruz, fakat yok ortalıkta öyle bir otobüs, üstelik bilen de yok. Etrafımızı çoktan taksiciler sardı, biri 12 Euro dedi. 10 Euro dedikten sonra tamam diyip bindik arabaya. İngilizce de, Türkçe de bilmediğinden, bir diyalog ortamı çok oluşamadı. “Otobüs Podgoridca” dedik ve bizi otogara bıraktı.
Otobüsler çok eski gözüküyor, bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Bu yol boyunca, bu otobüs geyiği de bizim peşimizi bırakmayacaktı, henüz bilmiyorduk. Sırası geldikçe değiniriz.
Bagajlarımızla içeri giriyoruz, termometre 45 dereceyi gösteriyor. “Ne işimiz var ki burada, Ankara’nın serin akşamları, bizim serin evimiz, neden buradayım ki ben” diye kafamdan geçirmeye başlıyorum hemen, sıcağa dayanıklı bir insan değilim…
Otogarda adama Podgoridca’ya gitmek istediğimizi söylüyorum, öncelikle “bugün yok, yarın” diyor, tam böyle başımdan aşağı kaynar sular dökülecekken ve tüm gezi planımızın daha ilk saatten alt üst oluşu gözümün önünde canlanmaya başlamışken, “yok yok, var” diyor ve biletimizi kesiyor. (Siz güvenmeyin pek ama, teorisi şöyle, her akşam saat 7’de Priştine’den Podgoridca’ya otobüs var. Bu otobüs Bar’dan geçerek Ulcinj’e kadar devam ediyor.)
Biletimizi alıyoruz ve parça başı 1 Euro ödeyerek bavullarımızı emanete bırakıyoruz. Priştine sokaklarına çıkma zamanı. Şehre yürüyeceğiz, nasıl olacak o iş bakalım.
Hiç çekmemişim o bayıldığım çatıların fotoğrafını, ancak bu var elimde, birçok evin çatısı bundan bile daha aşağı doğru sarkıyor, neredeyse yerle buluşacak kadar… Bir tek Kosova’da gördüm on dört günde bu tarz çatıları, ya gözümden kaçtı, ya da burada mahsus sadece. Belki de çatılarını iyice aşağı çekerek korunmaya çalıştıklarındandır başlarına geleceklerden ve bugüne kalmıştır bu da…
İleride büyük bir binanın çatısında özgürlük heykeli var, yürüdüğümüz caddenin adı “Bill Clinton Bulvarı”, ABD’nin sevildiği nadir yerlerden birindeyiz. Şehir merkezine ulaştığımızda ortalık sessiz, kimsecikler yok dışarıda. Priştine’nin en merkezi caddesi Nana Tereze’de in cin top oynuyor.
Bu cadde, daha sonra döndüğümüzde göreceğiz, çok kalabalık zamanlar da yaşıyor, cadde üzerinde Rahibe Teresa’nın da bir heykeli var. Türk Çarşısı’na doğru uzanan kısmında ise inşaat var, sanırım kaldırımları yeniliyorlar, orada bulunan bir heykel, iki hafta sonra döndüğümüzde sökülmüştü.
Tam da o inşaatın orada “photos of missing” kısmını görüyoruz. Kaybolmuş, kaybedilmiş insanların fotoğrafları asılı tellerde.
Etrafta Kosova bayrağından daha çok, Arnavutluk bayrağı var gibi geliyor bana, aslında birbirlerini seviyorlar mı, yoksa birbirlerine muhtaçlar mı bilmiyorum.
Devam ediyoruz yürümeye, camiinin önünden geçerek caddeye giriyoruz. Müze kapalı, tadilattaymış. Türk Çarşısı’na girmeyi de gözümüz almıyor açıkçası, orada da her yer kapalı gözüküyor zaten. Sıcak çok etkili, kendimizi bir yere atmak istiyoruz. Geldiğimiz yoldan geri dönüp, Grand Hotel’in önünden geçerek orada bulduğumuz bir yere girip börek yiyoruz. Kosovalı bir sanatçının Türkçe söylediği şarkı var televizyonda, bizim leblebi çerez şarkılar gibi, Serdar Ortaç’ın takipçisi sanki… Anlamsız sözler, hareketli bir müzik…
Börek yedikten sonra hemen ileriye devam edip, bir kafeye giriyoruz. Nihayet serinlik, nihayet ferahlama… Peja marka Kosova birasının tadına bakıyoruz ki ikimiz de bira sevmeyiz aslında, fakat bu hoşumuza gidiyor.
Otobüs saati yaklaşana kadar oyalanıp, otobüs saati gelince yürüyerek otogara dönüyoruz tekrar. Bu bölgenin klasik huyu önce sizi germek sanırım, otobüsün yanına gidip “Podgoridca” diyoruz, hayatlarına ilk kez duymuş gibi yapıp, aralarında hararetli bir konuşmaya girişiyorlar. Bir koltuk numarası ayarlamaya çalıştıklarını anlıyorum sonradan, arkalarda bir yeri veriyorlar nihayetinde ve Kosova’ya şimdilik veda ediyoruz.
İki hafta sonra döndüğümüzde, çoktan akşam olmuş durumda. Guesthouse Valenia’da rezervasyon yaptırmıştım, otogardan taksiyle gidiyoruz 5 Euro’ya. Tatlı ve sarhoş profesör, bize uzun uzun Priştine’de gezilecek yerleri anlatıyor Türkçe olarak, “bir gün daha kalın” diyor, “yarın İstanbul’a uçağımız var” diyoruz, ama anlatmaya devam ediyor, “şurayı göresiniz, bunu yapasınız…”, biz de onu kırmıyor odamıza yerleşip çıkıyoruz birkaç yer daha keşfetmeye.
Nana Tereze bu sefer çok hareketli. Bir sahnede folklor gösteri var, insanlar oradan oraya yürüyorlar, seyyar satıcılar her yerde. Mısırlar, pamuk şekerler…
Saat gecenin 11’i aslında, hoşuma gidiyor böylesi. Grand Hotel’in yanından sağa kıvrılarak NewBorn’a gidiyoruz.
Newborn, 2008 yılında, 17 Şubat sabahı, henüz bağımsızlık ilan edilmeden hemen önce buraya koyulmuş ve bağımsızlığın sembollerinden biri… İnsanların müdahelesine açık görüldüğü gibi ve bu haliyle seviyorlar anladığım kadarıyla.
Priştine’de görülecek pek bir şey yok bunlar dışında aslına bakarsanız, Priştine bizim için bir aktarma merkeziydi. Prizren’i görmek isterdik, fakat vakitsizlikten olamadı. Bir tek vakitsizlik de değil, son günlerimizde beceriksizlik, plansızlık da sardı bizi.
Ertesi sabah havaalanına otelde çalışan bir kişi bıraktı bizi, bu kez 15 Euro’ya. Çok pazarlık yapmadık, enerjimiz da yoktu buna zaten.
Sıradaki durak Karadağ’da Kotor.
Leave a reply