Ne Viyana’nın valsleri ve dünyaca ünlü orkestrası, ne Münih’in operası… Bugüne kadar gördüğüm şehirler arasında, müzikle en çok özdeşleştirdiğim yer oldu Mozart’ın şehri Salzburg.
Aslında şehrin ruhuna inene kadar, ya da daha doğru bir ifadeyle, bu ruhu hissedene kadar, Salzburg alışık olduğumuz bir Avrupa şehrinden farksız, fakat Salzburg’un bir “sesi” var ve o sesi duyduktan sonra kendini diğer şehirlerden ayrıştırmayı başarıyor.
Öncelikle bir takım pratik bilgiler…
Salzburg’u ben Viyana’dan bir günübirlik gezi şeklinde ziyaret ettim, tren biletimi önceden aldığımdan Railjet adı verilen ÖBB trenleri ile 19 Euro’ya Salzburg’a geldim.
Tren biletinizi ÖBB’den alırsanız eğer, Mozart’ın doğduğu ve yaşadığı evler için de indirimli bir kombine bilet almanız mümkün oluyor ve tren biletinizle birlikte, tren istasyonundaki bilet makinelerinden müze biletlerinizi de bastırabiliyorsunuz.
Tren istasyonunda indikten sonra tarihi şehir merkezine doğru yürürken, yolunuzun üzerinde atlamadan geçmeyeceğiniz, en dikkat çekici yapı, Mirabell Sarayı.
Sarayın bahçe kısmını gezebiliyor olsanız da, içini görmenizin tek yolu, burada düzenlenen konserlere katılmak maalesef. 1606 yılında bu saray prens ve başpiskopos Wolf Dietrich tarafından yapılmış ve metresi Salome Alt’a adanmış. “Sound of Music” adlı ünlü filmde de kullanılmış burası, zaten “Sound of Music” Salzburg’da sık sık karşınıza çıkıyor.
Saraydan çıkıp tarihi şehre ilerlerken, karşınıza ilk çıkacak yapı “Mozart – Wohnhaus”, burası Mozart ailesinin 1773 yılında taşındığı bir ev. Mozart, Shepherd King, Idomeneo gibi eserlerini bu evde ortaya çıkarmış. Bugün müze olarak kullanılan evde, aynı zamanda Mozart’a ait orijinal eski piyanoyu görebiliyorsunuz (fortepiano). Müze içerisinde maalesef fotoğraf çekmek yasak.
Sıra tarihi şehirde… Salzburg’un tarihi şehir merkezi, Unesco Dünya Mirası listesinde ve koruma altında. Mozart’ın doğduğu ev “Mozart Geburtshaus” da burada bulunuyor.
Burada bulunan evde Mozart 1756 yılında doğmuş ve 17 yılını burada geçirmiş. İnteraktif bir müze denilebilir burası için nispeten, aynı zamanda Mozart’ın bestelerinden sahnelenen eserlerden görüntüler de seyredebiliyorsunuz bu müzede.
Şehir merkezinde bulunan Residenzplatz, Stiftskirche St. Peter gibi yerler görülmeye değer.
Ve tabii ki “Festung Hohensalzburg” çok önemli Salzburg için, şehrin hemen her yerinden gözüküyor ve Avrupa’nın en iyi korunmuş kalelerinden birisi burası. 1077 yılında yapılmış, Salzburg’u yöneten birçok prens ve başpiskopos’a ev sahipliği yapmış. Dik bir yokuşu tırmanarak ulaşabileceğiniz gibi, funiküler ile çıkmanız da mümkün yukarıya. Kaleden şehrin manzarası da gerçekten görülmeye değer…
Tüm bunlarla beraber Salzburg’a veda vakti geliyor. Fotoğraflarına baktığınızda, ya da gittiğinizde ve ilk bakışta, bir şekilde sizi heyecanlandırmayan bir şehir Salzburg ve yazının başında söylediğim gibi, bir kez o sesi duyduğunuzda, bir kez sokaklarını adımlamaya başladığınızda, işte o zaman Salzburg’u sevmeye başlıyor ve mutlulukla ayrılıyorsunuz. “Müziğin sesinin” gücü olmalı… Belki de tek başına Mozart’ın?..
Leave a reply