Prag’da Üç Gün

Sabah saat 7.30’da kalkıp çıktım hostelden ayaklarım geri geri. Sabah 8 otobüsüyle Prag’a doğru yola çıkacaktım. Aslında gece trenine binmek daha akılcıydı belki gün kazanmak açısından ve hatta otel parası vermemek de bir artıydı, fakat tren hem daha pahalıydı, hem de madem yalnızdım, o zaman biraz konforuma dikkat edebilirdim, zira gece yolculukları beni biraz yıpratıyor.

Otobüsüm yaklaşık bir buçuk saat geç geldi, meğer Ukrayna’dan geliyormuş. Eurolines Polska diye aldığım otobüs, Trans Tempo isimli bir Ukrayna otobüsüymüş. Neticede güzel bir otobüstü ve herhangi bir sıkıntı yaşamadım.

Bu bölgede sınırlar fiilen yoksa da, otobüsümüz durduruldu ve pasaport kontrolü yapıldı. Polisler indikten sonra, tekrar binerek birkaç kişiden pasaport aldılar. Tabii ki benimkini de aldılar ve Türk pasaportunun kıymetinin tadına bir kez daha vardım. 

Yaklaşık 8 saatlik bir yolculuğun ardından Prag’a vardımMetroyla “Namesti Republike” durağına gittim ve ardından Tynska’da bulunan hostelime yürüdüm. Prag’da dört gece konaklayacağım toplam, kafamda üç günü Prag’a, bir günü Karlovy Vary’e ayırmak vardıysa da, Auschwitz’i gördükten sonra Karlovy Vary’i bir başka zamana bırakarak Terezin’e feda ettim.

Ertesi sabah hostelden çıkıp ilk olarak eski şehir meydanına gittim.Bulunduğum hostelden giderken karşıma ilk olarak gotik “Tyn Kilisesi” çıktı,meydanın bir diğer köşesinde ise barok yapıdaki St. Nicholas Kilisesi dikkat çekiyor. Tabii ki meydanın ve Prag’ın en önemli simgelerinden “Astronomik Saat günün her saatinde kalabalıkları topluyor önüne. Saat başına yaklaşıkon dakika kalmasından itibaren insanlar, bir iskeletin ipi çekip, açılan camlardan geçecek papaz figürlerini izlemek için toplaşıyorlar. Ardından, Krakow’da olduğu gibi yukarıdan bir trompet çalınıyor ve meydana el sallanıyor… 

Saat kulesindeki merasimi izledikten sonra istikamet Charles Köprüsü… Üzerinde tam 30 heykel barındıran ve 1357 yılında yapılan bu köprü, 1841 yılına kadar şehrin tek köprüsüymüş. Köprüde dilenci yoğunluğu dikkatimi çekiyor, çoğunlukla kapüşonlu bir hırka giymişler ve başları öne eğik yerde duruyorlar yalnızca, yanlarında da genellikle bir köpek gördüm. Fakat belli aralıklarla sanırım polis ya da zabıta gelip bu insanları oradan kaldırıyordu. 

Köprü henüz sakin, üzerinde herhangi bir etkinlik de yok. Yavaş yavaş yürüyerek Kafka Müzesi’ni hedefliyorum. Üniversite birinci sınıftayken okuduğum “Dönüşüm” isimli kitabıyla keşfettiğim ve bu kitabıyla hayatıma derinden etki eden, anında diğer kitaplarına da sarıldığım, en sevdiğim yazarlardan birinin müzesini gezmek önemliydi benim için. Nitekim içeride de oldukça etkileniyorum. Prag’a gelirken kafamdaki en büyük planlardan biriydi: Kafka Müzesi’ne gidilecek!

Müzede Kafka’nın el yazması mektuplarının yanı sıra, hayat hikayesi, yaşadığı ortam, Prag’ın üzerindeki etkisi ve Kafka’nın Prag’a etkisi, kitaplarının ilk basımları var. Müzeyi bitirdikten sonra, çıkışta yer alan müze mağazasını şöyle bir geziyorum. Kafka’nın çizimlerini kendisine çok mütevazi bir şekilde desen yapmış bir tişört hoşuma gidiyor ve parama kıyıp alıyorum her ne kadar Kafka’nın fotoğraflarıyla kocaman bir turizm malzemesi olması hoşuma gitmese de, tişörtte rahatsız edici bir detay,insanların gözüne gözüne sokulan Kafka imgesi yok. Yalnızca ufak çizimler… 

Çıkıp yürümeye devam ediyorum. Karşıma bir festival alanı çıkıyor, sanıyorum şarap festivali… Zira standlarda daha çok şaraplar ve onun yanı sıra peynir ürünleri satılıyor. Henüz kahvaltı yapmadığım aklıma geliyor ve bir “ballı krep” yiyorum. Kalabalıkça bir bando tarzı grubun dinletilerine eşlik ediyorum. İnsanlar şarkıya da eşlik ediyorlar dans ederken… Manzara çok hoşuma gidiyor. Festival alanından dinletinin bitmesiyle ayrılıp Prag Kalesi arazisine doğru yola koyuluyorum. 

Dünyadaki en büyük kale arazisi olduğu söylenen Prag Kalesi, bugün başkanın evine de ev sahipliği yapıyor. Kale arazisini binalara girmeden ücretsiz gezebileceğiniz gibi, iki çeşit turdan da yararlanabilirsiniz. Uzun tur Eski Kraliyet Sarayı, Prag Kalesi’nin Hikayesi müzesi, St. George Bazilikası, St. Vitus Katedrali, Prag Kalesi Resim Galerisi gibi yerleri içerirken, kısa tur yalnızca bunların bir kısmına girişe izin veriyor. Uzun tur üç saat, kısa tur ise iki saat sürüyor ortalama. Aralarında ise ortalama 100 koruna fark var. (1 Euro – 25 koruna)

Prag Kalesi’ni gezdikten sonra ise aşağı giderken bir sokak dikkatimi çekiyor. Önünde trafik lambası var, önce bir anlam veremeyip, oraya bir figür olarak konulmuş zannediyorum. Fakat sonra insanlar birikince anlıyorum ki, o sokak darlığından dolayı iki insanın geçişine izin vermiyor ve geçişleri bu trafik ışığıyla hallediyorlar. Orada o insanlar olmasa, ben o kırmızı ışığı yalnızca bir süs zanneder, sokağa girip trafiği felç ederdim

Şimdi hedefim Cafe Slavia... Peki neden?

Nazım Hikmet’in Prag’da yaşamak zorunda kaldığı günlerde, sıkça vakit geçirip, şiirlerini yazdığı kafe burası. Gidip, Nazım’ın şerefine oraya uğramazsam olmaz. Onun şerefine bir de bira içmek istiyorum aslında, fakat oraya gidince kahveye dönüyorum. Yanına da tiramisu… Atmosferi çok güzel olan bu kafeyi, size de tavsiye ederim. Duvarında Nazım Hikmet‘in bir küçük fotoğrafı da bulunuyor. 

Cafe Slavia’dan çıkıp karşı kıyıya geri dönüyorum. Rastgele yürüyüp, günü sonlandırma zamanı artık yavaş yavaş. Bir parkın içinden yürüyorum, karşıma bir duvar çıkıyor. “before i die…” yazılmış duvara bir sürü ve insanlardan belli ki bu kısmı doldurması istenmiş. Nitekim boş yer de kalmamış, ben niyeyse karşısına geçip bir dilek diliyorum içimden, yazacak yer bulamadığımdan kendi dileğimi içimden geçiriyorum sanırım. Sonra yola devam…

Eski şehir meydanında “Prague Cello Quartet” isimli bir grup, konser veriyor. Bir saate yakın süre dinliyorum onları çok büyük bir zevkle. Konser bitince de, artık biraz dinlenmek üzere odama gidiyorum. Ertesi gün amacım Yahudi Mahallesi’ni gezmek…

Sabah kalkıp, hostelde kahvaltı yaptıktan sonra yola koyuluyorum. Önce eski şehir bölümündeki sokaklarda biraz rastgele dolaşmalıyım. Karşıma Şvayk Restaurant çıkıyor. Praga özgülenmiş ne çok öyküm var… Aslan Asker Şvayk’ı okumadıysanız, mutlaka okumalısınız. Savaşı hicveden bu romanın karakteri Şvayk, bugün Çek Cumhuriyeti’nde epey çıkıyor karşınıza.

Şvayk’la vedalaşıp, Yahudi Mahallesi’ne gidiyorum. Prag Yahudi Müzesi olarak geçiyor aslında bu mahalle bugün genel olarak. Bir “kombine” bilet alıyorum, mahalledeki tüm yerlere giriş imkanı veren. İlk durak Klaus Sinagog’u. Bu müze bileti ile bu mahallede bulunan sinagoglara, mezarlığa ve tören merkezine giriş imkanınız oluyor.

Klaus Sinagog’u Yahudi geleneklerini anlatan bir müze, Pinkas Sinagog’u ise soykırıma adanmış, duvarlarında soykırımda katledilmiş Çek Yahudilerin isimleri yazıyor ki Kafka’nın üç kız kardeşi de bu isimler arasında. İspanyol Sinagog’u 1868’de yapılmış. Bu sinagoglar arasında halen ibadethane olarak hizmet veren “EskiYeni Sinagog”, Avrupa’nın en eski halen kullanımdaki sinagogu. Pinkas Sinagog’un geçiş yapılan mezarlık gerçekten çok etkileyici... Tören Binası olarak geçen bölümde ise daha çok Yahudi Cenazeleri’ne odaklanılıyor. 

Yahudi Mahallesi bittikten sonra bakıyorum ki hala biraz gezmeye vakit var. Kitabımda “Miru Meydanına” gidersem eğer, buradan bineceğim tramvaylarla çok güzel bir Prag Kalesi turu atabileceğim yazıyor. Ben de oraya gidiyorum, fakat gidince görüyorum ki o tramvaylar seferden kaldırılmış. Yürüyerek ilerliyorum eski şehir sınırlarına doğru tekrar. Aslına bakarsanız yeni şehir… Wenceslas Meydanı‘na varıyorum, fakat bu yeni şehir, yalnızca eski şehirle kıyaslanınca yeni kalıyor. Wenceslas Meydanı üzerinden aşağı doğru iniyorum. Bagette Boulevard isimli bir yer çekiyor dikkatimi, akşam yemeğimi orada yemeye karar veriyorum isabetli bir şekilde. Yediğim menü çok hoşuma gidiyor.

Yemekten sonra istikamet “Paris Caddesi…” Giderken bir duvar çıkıyor karşıma, tuğlaları dilediğinizce boyayabiliyorsunuz. Türkiye’den de izler var üzerinde. Birkaç duvarda direngezi, occupygezi gibi yazılar dikkatimi çekiyorhoşuma gidiyor bunları görmek burada da.

Tiyatroya gidiyorum, Çek Cumhuriyeti’ne kadar gelmişken bir “Black Light” izlemezsem olmaz. Image Black Light Tiyatrosu isimli grubun Cabinet isimli oyunlarına gidiyorum. Gelin görün ki hayalkırıklığı, aslında turistik bir oyun olmaması için öneri alarak gittim, fakat bu da turistik çıktı epey. Belli bir mantıklı konusu olmayan oyun, yalnızca, “bakın biz neler yapabiliyoruz” üzerine kurulmuştu sanki. Verdiğim paraya acıyorum.

Üçüncü gün Terezin… (Başka bir yazının konusu). 

Son günümde ise zaten öğleden sonra otobüsüm olduğundan çok vaktim yok. Yola çıktıktan sonra ilanını görünce hatırladığım, ilk gün dikkatimi çeken ve hayatıyla beni etkilediği için görmek istediğim Marilyn Monroe Sergisi’ni unutuyorum maalesef. Şu an pişmanım bu konuda, nasıl unuttuğumu anlayamıyorum.

Son gün Havelska Caddesi’ne gidiyorum ilk olarak. Burada bulunan tezgahlardan biraz hediyelik eşya alışverişi yapıyorum. Size de burayı öneririm bu alışverişleriniz için. Ayrıca Prag genelinde bulunan Darky Gifts isimli mağazalar da çok cazip ürünler sunuyor, biraz pahalı fiyatlarla...

Sonra, arkadaşımın gördüğü ve yerini tarif ettiği Lennon Duvarı’na görmeye gidiyorum. John Lennon’a adanmış bu duvar, bugün daha çok barış çağrılarına, aşka ayrılmışElbette “Imagine” çok baskın

Tren istasyonunu ve Jerusalem Sinagog’unu da görülmeye değer olduklarından atlamıyor, onları da şöyle bir ziyaret edip, eşyalarımı toplayarak otobüs garajına dönüyorum. İstikamet Cesky Krumlov.

Prag, gerçekten bir açıkhava müzesi. Fakat herkesi oldukça etkileyen, anlatmalara doyamadıkları bu şehir, beni o kadar da çarpmıyor. Güzel, görülmeye değer bir şehir Prag evet, ama nedense hayran kalamıyorum, sadece beğeniyorum. Her ne kadar gördükten yaklaşık sekiz ay sonra bugün, Prag fotoğraflarını gördükçe bir özlem duysam da, o fotoğraflardaki gibi de değil benim için Prag.

İnsanların sokakta yaptıkları müzikler, o müzikleri eşlik edişleri, dans edişleri, eğlenişleri en çok etkiliyor belki de beni Prag’da. Bakalım Cesky Krumlov nasıl karşılayacak beni? 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *