Sabaha karşı 4’te çalıyor telefonun alarmı, hava henüz aydınlanmamış.Güneşi karşılamaya gidiyoruz bu sabah, otelimiz milli park girişine çok yakın bir konumda, Karadut Köyü’nün biraz ilerisinde Hotel Euphrat Nemrut isimli otel.
Kısa zamanda varıyoruz bu sayede otoparka, saatlerimiz 5’i gösteriyor. Milli parka giriş 11 TL, bu bilet gün boyunca Milli Park sınırları içerisindeki her yerde geçerli. Tırmanış için iki seçeneğiniz var, yürümek ya da katıra binmek. Katırlarla gidiş geliş 30 TL ücret ödüyorsunuz, yürüyerek ise yaklaşık 700 basamak çıkmanız gerekiyor. Tırmanışa başlamadan önce Kerem’in elinde tripodu gören Milli Parklar görevlisi ek ücret istiyor, 100 TL kadar. Tripod için ücret istenmesi doğal olsa da, istenen ücret bize biraz fazla geliyor. Tripodu arabaya bırakıp, tırmanmaya başlıyoruz.
Doğu terasına çıkan merdivenler, zirveye yakın noktada bozulup taşa dönüyor. Hatta sabah karanlığında çıkarken, merdivenlerin değiştiğini fark etmeyip dümdüz ilerleyebilirsiniz. Batı Terası’na çıkan merdivenler ise tamamen düzeltilmiş ve rahat bir tırmanış sağlıyor. Doğu ve Batı terasları arasında kolayca geçiş yapabilirsiniz, dolayısıyla doğrudan Batı Terası’ndan da tırmanış yapabilirsiniz gündoğumuna gitmiş olsanız bile. Zirvede tuvalet, büfe gibi olanaklar olmadığını da söylemek gerekiyor.
Sıkı sıkı giyinmiş olmamıza rağmen üşüyoruz, kışın burası nasıl oluyordur kim bilir! İnsanlar battaniyeleriyle gelmişler, ayrıca aşağıda da battaniye kiralamanız mümkün, fakat bu battaniyeler tükenebiliyor. Yukarıda çok hoş bir manzara var, insanlar güneşi bekliyorlar.
Biz de yerimizi alıp beklemeye başlıyoruz. Güneşin kendisini göstermesine yaklaşık yarım saat daha var, fakat karanlık kırıldı, ortalık aydınlanmaya başladı yavaş yavaş.
Üşüyoruz, fotoğraf çekiyoruz, zıplıyoruz…. Ve nihayet güneş yüzünü gösteriyor. Bir alkış başlıyor, sanki ilkel çağlarda bir ayindeyiz ve güneşe tapıyoruz, hani laf aramızda, buradan göründüğü haliyle güneşe tapmak o kadar da mantıksız gelmiyor.
Turla gideceklere şöyle bir uyarım var, güneş doğup çok az yükseldikten sonra turlar iniş anonsu yapmaya başlıyorlar. Yani siz daha Nemrut’a doyamadan sizi Nemrut’tan indiriyorlar.
Güneş bir yandan iyice yükseliyor, biz de yavaş yavaş heykellere yöneliyoruz.
Bu noktada biraz Nemrut’un hikayesinden bahsetmek istiyorum. 1881 yılında Nemrut, Osmanlı Devleti tarafından ulaşım için yol araştırmaları yapmakla görevlendirilmiş Alman bir mühendis tarafından bulunuyor. 1953’te ile arkeolojik çalışmalar başlıyor.
Komagene Kralı tarafından dağın zirvesine heykeller yaptırılıyor, bu heykellerden biri kendisine ait olmakla birlikte, diğer heykeller ise akrabaları olduğunu düşündüğü Tanrılar’a ait. Aslında heykeller zirvede oturur vaziyette dururken, depremler neticesinde kafalar yere düşüyor ve bugün zirvede yalnızca bedenler kalmış durumda, kafalar yerde sergilenmeye devam ediliyor.
Heykellerin sıralaması şu şekilde: Güneş Tanrısı Apollo, Fortuna, Zeus, kralın bizatihi kendisi, Herakles ve Zeus’u temsilen kartal!
Heykelleri de inceledikten sonra aşağı inip, otele gidiyoruz. Otelde kahvaltının ardından gezmeye başlıyoruz. İlk durağımıza Arsemia Ören Yeri.
Komagene Krallığı’nın eski başkenti Arsemia. Tepede kral 1. Mithridates’in Herakles’le el sıkışırken tasvir edildiği bir rölyefin yanı sıra, bir de mağara var. Cesaretiniz varsa inebilirsiniz. Biz neredeyse yarısına kadar iniyoruz, fakat sonra geri dönüyoruz. Sıkı sıkı tutunup, adımlarınıza dikkat ettiğiniz sürece herhangi bir tehlikesi yok.
Arsemia’nın mağazasından kendimize zirvedeki heykellerin birer kopyalarını alıyor ve Cendere Köprüsü’ne devam ediyoruz.
Köprüde dört orijinal sütun hala ayakta. Nehrin suları epey çekilmiş, köprünün altında nehrin içinde insanlar arabalarını yıkıyorlar, piknik yapıyorlar.
Köprünün oradaki çay bahçesinde birer çay içiyoruz ve yola koyuluyoruz, Milli Park’a balı son durağımız Karakuş Tümülüsü olacak.
Burada bulunan sütunların ve taşların bir kısmı, Cendere Köprüsü’nün inşaasında kullanıldığından, bugün az sayıda sütun görüyorsunuz.
Karakuş’un ardından Kahta’ya gidip, baraj kıyısında bulunan Neşet’in Yeri’nde yemek yiyoruz. Yemek sonrası ise istikametimiz tekrar zirve, güneşi uğurlamaya gidiyoruz.
Zirveye çıkarken otele uğrayıp, şarabımızı alıyoruz yanımıza. Size de öneririm, ayrı bir keyfi var güneşi beklerken şarap yudumlamanın orada. İnsanlar yavaş yavaş tırmanmaya başlamışlar, güneşin kaybolmasına epey var. Ben buraya doyamıyorum, güneş batmasa da hep orada kalsak… Sabah annesine “güneş ne zaman doğacak” diye soran bir çocuk vardı, üşüyordu belli ki, annesi de “vazgeçmiş, doğmayacakmış bugün” demişti. İnanmıştı çocuk.
Şimdi biri bana dönse, dese ki, “güneş böyle kalacakmış bugün, batmaktan vazgeçmiş”, o çocuk gibi inanasım var.
Güneşi en güzel görecek ve bizi kimsenin engellemeyeceği bir yere geçip oturuyoruz ve şarabımızı açıyoruz. Biri görüp, “biz yukarı suyu zor çıkardık, sizinki iyi keyif…” diyor. Kadeh kaldırıyoruz.
Güneş gitgide alçalıyor. Hani tüm gün sanki hiçbir yere kaybolmayacakmış gibi tepede durur da, batarken her nasıl oluyorsa hızlanır ya birden güneş, işte aynı öyle alçalıyor.
İnsanlar yine dizilmiş bekliyorlar, gerçekten bir ayin gibi. Her gün izlesek sanki, insanın ömrü uzar burada. Aşağıda kıyamet kopuyormuş meğer, ama bizim hiçbir şeyden haberimiz yok bu esnada. Öyle bir izole olmuşluk, öyle bir huzur.
Artık iyice dağların arkasına doğru girmeye başlıyor güneş, gitti gidecek. Güneşe kaldırıyoruz son kadehlerimizi ve güneş kayboluyor. Yine alkışlar…
Böyle yerler neden beni bu kadar etkiliyor bilmiyorum. Güneşin doğuşu ya da batışının alkışlanmasının ne anlamı var? İşte, bana göre dünyanın en güzel şeylerinden biri güneşin hareketlerini alkışlamak. Sanki bunu alkışlayan insanlar, hayattan zevk almayı biliyormuş, ufak şeylerle de olsa mutlu olabiliyormuş, anın tadını çıkarıp, aldığı keyfe bakabiliyormuş gibi… Çok naif, bir o kadar da güçlü bir şey güneşi alkışlamak benim için.
Güneş kaybolur kaybolmaz bir ses geliyor: “… Tur, iniyoruz…”
Bir durun yahu, güneş daha yeni gitti. Biz neyse ki bağlı değiliz hiç kimseye, bir süre daha kalabiliriz Nemrut’ta. Bu kez Batı Terası’ndaki heykellere bakıyoruz, Doğu’da kalanların kopyaları.
İnsanlar gitgide azalıyor, ben sanki yapabilirmişim gibi, “burada hiç görevli yok, ama kapanma saati geldi sözde, kim indirecek bizi aşağı” diyorum, arkadan bir ses, “buradayım” diyor. Meğer ziyaretçi gibi görünen kişi bir görevliymiş ve zaten bizim de yavaş yavaş aşağı inme vaktimiz gelmiş.
Otele gidip odalarda biraz dinlenmeye karar veriyoruz. Kerem’e bir telefon geliyor. Ülkede kıyamet kopuyor neredeyse, Nemrut’un verdiği tüm huzur hissi, bir anda yerini endişeli bir bekleyişe bırakıyor. Yemek salonuna gidip, internetten neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyoruz. Kobane’ye Işid saldırıları sebebiyle başlayan eylemlerin, bir iç savaşa doğru sürüklenmesini izliyoruz dehşet içinde.
Biraz bencilce ama, benim aklımdan gezinin devamı geçiyor. Daha gidecek bir sürü yerimiz ve dolu dolu 6 günümüz var. “Ya dönmek zorunda kalırsak” diye korkuyorum, aklıma hiç bize bir şey olacağı, tehlikede olduğumuz gibi fikirler gelmiyor, ama uzaktaki herkes bizi merak ediyor.
Şimdilik Nemrut Dağı’nın zirvesine yakın bir yerlerdeyiz ve güvendeyiz, yarın artık Şanlıurfa’ya gidiyoruz, şehir merkezinde kalacağız. Daha birkaç gün önce gezdiğimiz Diyarbakır’da olağanüstü hal ilan edilmiş, Mardin’in birçok ilçe merkezinde sokağa çıkma yasağı var. Ucuz atlatmışız.
Bunlara çok fazla kafa yorarsak eğer, çıkış yok. Odalarımıza geri dönüyoruz karnımızı doyurup ve nihayet sıcak suyla bir duş alıp, uykuya dalıyoruz. Epey yorgunuz, şu an biraz moralimiz bozuldu, uykusuzluk da var, kafamız karıştı. Dolayısıyla, Nemrut hakkında Şanlıurfa’da konuşacağız.
Tabii Ankara’ya dönmek zorunda kalmazsak. İnsanın aklına ister istemez geliyor.
Konuşabilecek miyiz?..
Not: Kerem Günaydın’ın olduğu belirtilen tüm fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
Leave a reply