Şanlıurfa’ya Doğru: Perre – Atatürk Barajı – Halfeti ve Birecik

Ülkede bizim şu an gezdiğimiz bölgede olup bitenlerden dolayı geçirdiğimiz morali bozuk bir gecenin ardından, otelimizde kahvaltı yaparak çıkıyoruz yola. Geceki stresimiz biraz azalmış durumda, hani böyle zor zamanlarda gün ışığı sanki her şeyi güzelleştirir ya, öyle bir ruh haliyle sanırım, rahatlamışız, her şey normalmiş gibi, olan biten hiçbir şey yokmuş gibi…

Yine geze geze Şanlıurfa’ya varacağız akşama, ilk durağımız Adıyaman’da Perre Antik Kenti! Perre’ye giderken arkadaşım Melike arıyor beni, mesajlaşma programındaki ortak grubumuzda ben bir şey yazmayınca merak etmiş insanlar, Melike de sözcü olarak beni arıyor, “ortalık yıkılıyor, siz hala nasıl geziyorsunuz” diye soruyor, “biz bir şey görmedik ki” diyorum. Uzakta olmak mı daha zor acaba? Rica ediyorum, Melike’ye gittiğimiz rotayı söylüyorum, akşam Şanlıurfa’da olacağımızı haber veriyorum ve “bu rotada bir olay olursa haber ver, biz bakamıyoruz haberlere” diyorum.

Elbette annemler de arıyorlar, aynı gün içinde binbir bahaneyle üç kez. Sözde çaktırmadan kontrol ediyorlar bizi. Gelen mesajlar da cabası… Bugün böyle geçecek, belli.

Bu şekilde geliyoruz Perre Antik Kenti’ne. Burası, döneminde kervanlar ve hatta ordular için bir dinlenme yeri olarak kullanılmış. Ayrıca, İznik İncil Konsili’ne temsilci gönderen dini bir merkez.

DSC_0321
Perre Antik Kenti ve Kaya Mezarları – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Henüz kazı çalışmaları da devam ettiğinden olsa gerek, burası çok ayrıntılı bilgi sahibi olabileceğiniz ve çok fazla vakit geçirebileceğiniz bir alan değil.

Perre’den yaklaşık yarım saat içerisinde ayrılıp, yola koyuluyoruz. Atatürk Barajı’nı göreceğiz, az bir yolumuz var. Atatürk Barajı arazisine elbette girmeniz kolay değil, fakat barajı gören bir seyir terası yapılmış. Terasta bir de çay bahçesi var ve oradan Atatürk Barajı’nı seyredebiliyorsunuz.

DSC_0412
Atatürk Barajı – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Burası GAP Projesi’nin gözbebeği olan bir baraj, Türkiye’nin en büyüğü, dünyada ise 6. en büyük baraj, 1992 yılında açılmış. Tam verimle çalışmaya başladığında 1.750.000 kişiye istihdam sağlayacağı öngörülüyormuş Vikipedi’ye göre.

Benim ise bu durumda kafam biraz karışık. Bugün bir yandan barajların kontrolsüzce yapılmasına karşı çıkarken, yapılan HES’lerin yol açtığı çevresel sorunları gündeme getirirken Atatürk Barajı’na gururlu gözlerle bakmak normal mi emin olamıyorum. Ama buraya turların geliyor olması, ailemden dahi her görenin sanki barajı kendileri yapmış gibi övüne övüne anlatmaları ve bu muazzam büyüklükteki barajı anlatırken gözlerinin parlamasını görünce, GAP projesinin de önemini düşününce bu ruh halinden kurtuluyorum. Baraj elbette gerekli bazı durumlarda, Atatürk Barajı sanırım o barajlardan.

Barajın seyir yerinin bahçesinde bir de anıt var.

IMG_3560

Barajın yapımı sırasında hayatını kaybeden işçilere adanmış bu anıt, “biz iş kazalarında öldük” yazıyor anıtta, “ölmeseydik ne iyiydi…”

Bu konuda sicili bozuk bir ülkede yaşıyoruz malum, baraj inşaatlarından, gökdelen inşaatlarına, madenlerden, asansör kazalarına kadar her alanda işçiler hayatlarını kaybediyorlar ve bunları cinayet sınıfında değerlendirmek gerekiyor. Böyle anıtlara isim oluyorlar. Kaputaş Plajı’ndaki yol anıtı gibi, ya da Zonguldak’taki madenci anıtı…

Bu hislerle ayrılıyorum ben Atatürk Barajı’ndan ve telefondaki navigasyon programına “Halfeti” yazarak koyuluyoruz yola. Navigasyonun bizi soktuğu yol felaket, hatta yol var bile denilemez. Ortalıkta bir yön tabelası da olmayınca çaresiz devam ediyoruz yolumuza. Çok ilerlememişken henüz, bir kamyon çıkıyor karşımıza. Durdurup soruyoruz, “gitmeyin buradan” diyor, “navigasyon burayı gösteriyor, ama burada yol kötü…”

Onun tarif ettiği yola girmek üzere geri dönüyor, epey bir nispeten düzgün bir şekilde ilerliyoruz, fakat o noktada yol yine bozuluyor. Bu kez neyse ki yön tabelaları var, ama yol düzelecek gibi de değil.

IMG_3561

Hatta bir noktada duruyoruz, yol bitmiş gibi geldiğinden ve inip yürüyerek bakıyoruz duruma. Kısacık yolu, iki saate yakın zamanda geçiyor ve nihayet Halfeti’ye varıyoruz.

Halfeti, 2000’li yılların başında Birecik Barajı’nın açılmasıyla kısmi olarak sular altında kalmış bir yerleşim yeri. Tarihi birçok değer ve arkeolojik alan da bu barajın suları altında kalmış durumda maalesef.

DSC_0003
Halfeti – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Halfeti bu durumu bir avantaja çevirmeye çalışıyor ve geçmişe göre daha yoğun bir turist çekiyor. Yapılan tekne turları ile, Rumkale ve sular altında kaldığından içerisindeki yaşam sona eren Savaşan Köyü’ne gidebiliyorsunuz. Tekne turları kişi başı 20 TL civarında bir ücretle düzenleniyor ve yaklaşık bir saat sürüyor.

DSC_0034
Rumkale – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Halfeti, Şanlıurfa sınırları içerisinde yer alırken, karşı kıyıda bulunan Rumkale ise Gaziantep sınırları içerisinde kalmış. Tekne turlarıyla Rumkale’ye çıkamıyorsunuz. Burası Fırat Nehri kıyısında yer alırken, barajın yapımıyla birlikte meydana gelmiş bir yarımadada yer alıyor. Rumkale’ye teknelerle teğet geçiyor ve Savaşan Köyü’ne devam ediyoruz.

DSC_0076
Savaşan Köyü – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Halfeti denilince akla gelen imgelerden biri bu köyde yer alan ve yarısı suların altında kalmış minaredir herhalde. Yakından baktığınızda, camiinin avlusu dahi suların altında gözüküyor. Bu köyde tekneler bir mola veriyorlar seyyar yapılmış iskelelere kurulu çay bahçelerinde. Çayımızı içtikten sonra kalan vakitte köyün içine girip dolaşıyoruz, sanki daha dün burada yaşam varmış gibi duruyor her şey.

Çay molasından sonra tekrar tekneye binip Halfeti’ye dönüyoruz.

DSC_0188
Halfeti – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Bir yemek molası verip, yolumuza devam etmeye karar veriyoruz. Göl kıyısında yer alan bir restaurantta, bir kez daha şabot balığı yiyoruz, ama Hasankeyf’te yediğimiz balığın verdiği tadı vermiyor.

Halfeti denilince bir de buraya özgü Siyah Gül’den bahsetmemek olmaz. Görmeye çok alışık olmadığımız siyah renkli bu gülün fideleri de Halfeti’de satılıyor olmakla birlikte, başka iklim koşullarında yetişmesi riskli bir durum gibi görünüyor.

Halfeti’den Şanlıurfa’ya giderken arada Birecik’e uğrayacağız. Zar zor bir iletişim numarası bulup ulaşıyorum kelaynak üretim merkezine ve açık oldukları bilgisini alıyorum.

Kelaynak kuşları, türleri tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalıp, göçten dönmemeye başlayınca, Birecik’te koruma altına alınıyorlar. Kritik sayı geçildikten sona, her yıl deneme amaçlı belli sayıda kelaynak göç etmeleri için bırakılıyor ve az sayıda da olsa dönmeyi başaranlar oluyor. Fakat bu uygulama da yine sayı aşağı düşmeye başlayınca bitirilecekmiş bir süreliğine daha.

Bu kuşlar yaşadıkları kafeslerde avlanmayı ve kendilerini korumayı nasıl öğrenebilirler ve tekrar göç edebilir hale gelirler emin değilim, türlerin korumaya alınması önemli olsa da, böyle handikapları da var işin. Kelaynaklar bir daha kendi kendilerini koruyabilecek hale gelebilirler mi bu bir soru, projede çalışanlara bakarsanız, bu mümkün. Sanırım, biz de onlara güvenmeliyiz.

DSC_0245
Birecik Kelaynak Üretim Merkezi – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Kelaynak Üretim Merkezi’nden ayrılıp, Şanlıurfa’ya doğru yola koyuluyoruz, sağımızda Fırat Nehri akıyor. Ah!

Görüntü muazzam, sanırım hayatımızda birkaç kez görebileceğimiz bir manzara var yanımızda. Güneş batıyor, bulutlar en güzel halleriyle gökyüzündeler ve Fırat’a yansıyorlar. “Duralım” diyorum Kerem’e dayanamayıp ve hepimiz iyi ki durmuşuz diyoruz sonrasında.

DSC_0305
Fırat Nehri – Fotoğraf: Kerem Günaydın
IMG_3650
Fırat Nehri

Ayrılasımız gelmiyor, hani kafanızı yukarı kaldırmasanız, sanki gökyüzü aşağı inmiş ve siz de onun üzerinde yürüyorsunuz, öyle görkemli bir görüntü bu.

Güneş kaybolana kadar bekliyoruz orada. Hava kararınca Şanlıurfa’ya ilerlemeye başlıyoruz. Güzel bir gün bitiyor, ben görmediğim yerleri görmüş olmanın mutluluğu içerisindeyim ve herkesin kafası dağılmış durumda nihayet. Şanlıurfa’da herhangi bir sorun gözükmüyor şimdilik.

Çevreyolundan ilerlerken, tabelalarda tanıdık bir isim var: Suruç!

“O kadar da uzak değil hiçbir şey” diyorum Suruç’a 20 kilometre kaldığı tabelasını da görünce. Kobane’ye de 20 kilometre kadarlık bir mesafedeyiz kısacası.

IMG_3659

Bu tabelanın fotoğrafını yolluyorum arkadaşlarıma, “iyice merak edelim diye mi yolluyorsun” diye kızıyor Melike. Biz artık rahatlamışız, her şey bitmiş, hiçbir olay yokmuş gibi gelmeye başlamış.

Bu duygularla giriyoruz Şanlıurfa’ya, sokaklar sakin ama etrafta polisler var. Bir sıra gecesine gitmeye karar veriyoruz, kalacağımız otelden alıyoruz öneriyi, Gülizar Konukevi’ne gidiyoruz.

IMG_3668
Sıra Gecesi

Fasıl gibi dizilmiş, türküler söylüyorlar önce, bir yandan yemekler geliyor. İçli köfte, acılı ezme, salata ve karışık kebap. Yanına ayran… Nihayetinde ortaya çiğ köfte geliyor, şov yapılarak ve hızla yoğrulup servis ediliyor. Tadı kötü… Yemekten sonra ise şıllık tatlısı.

Hepsinden sonra halay başlıyor ve ara veriliyor. Sonra tekrar dönüyor ekip biraz zaman geçince, bu kez daha çok hareketli türküler söyleniyor her yöreden.

Sıra gecesi bitince otele dönüyoruz. Yine çok yorgunuz ve uykuya geçiyoruz hızla, Şanlıurfa’yı, Halfeti’yi, Birecik’i ve elbette Nemrut’u, Gaziantep’e vardığımızda konuşacağız.

Japon ve yerli turistlerin yanı sıra, yöresel halktan katılım da var bu geceye. Herkes halay çekiyor, türkülere eşlik ediyor. Geçtiğimiz iki günde sanki ülkede kimse ölmemiş gibi… Dedim ya, bazı durumlar uzaktan daha kolay gözükürken, hani ilk yazıda bahsettiğim gibi, Suriye bir yandan bize çok uzak gelirken ve biz kendimizi güvende hissederken aslında çok yakın. Bazı durumlarda ise uzakta olmak daha zor galiba, çünkü siz bütün bölgede hayat durmuş zannediyorsunuz. Yakındayken görüyorsunuz, bir yerde insanlar halay çekiyor, türkü söylüyorlar.

DSC_0270
Fotoğraf: Kerem Günaydın

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

2 comments