Sangriadan Picasso’ya uzanan bir yol var: Madrid (2)

Şehirlerde geçirilen ilk günleri, o günün acemiliğini severim ben. Her şeyi ilk kez görmenin vermiş olduğu heyecanı severim… Fakat aynı zamanda sonraki günlerde ortaya çıkan o “bildiklik” hissini de severim. İşte Madrid’de ikinci günümüzde, bu kez Hostel’den çıkıp da adım attığımız yerler daha tanıdık, köşeyi döndüğümüzde hangi mağazayı göreceğimizi biliyoruz, Gran Via’yı geçip de Sol’e çıkacağımızdan da eminiz artık. İkinci günümüzde de ilk işimiz Sol’e çıkmak oluyor, düne göre ters yönde ilerliyoruz bu kez Sol’den, Calle de Arenal üzerinden…

Sokak, cadde ve meydanları gösteren tabelaların hepsinde ayrı bir resim var. Bazıları gerçekten çok güzel ve elinizi deklanşöre götürmeden duramıyorsunuz.

Calle de Arenal üzerinde bulunan kilisenin ön tarafında sokak sanatçıları dikkatimizi çekiyor. Klasik müzik eserlerini çalıyorlar. Çekinerek fotoğraflarını çekiyoruz. Buraya tekrar döneceğiz, fazla oyalanmadan devam ediyoruz o yüzden. Büyük bir tiyatro binasının önünden, Tiyatro Real’in önünden geçiyoruz. Madrid’de en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de tiyatro binalarının çokluğu oldu, imrenerek baktım. Neredeyse “adım başı” şeklinde tabir edebileceğimiz bir sıklıkta görüyoruz.

Tiyatroyu arkamızda bırakıp da biraz ilerleyip sağa döndüğümüzde nefes kesici bir görüntüyle Palacio Real karşımızda. Hani Orhan Veli’nin meşhur şiirini biraz bozma pahasına şöyle söylenebilir: “Tiyatro Real’i geçince, Palacio Real’i göreceksin, sakın şaşırma.” Zira, o dar sokaklarda, çok da geniş olmayan caddelerde ilerlerken karşımıza böyle görkemli bir yapının çıkabileceğini, o sokakların böyle geniş bir meydana açılabileceğini pek tahmin etmiyoruz.

Ön tarafında uzanan yolda, sokak göstericileri çıkıyor karşımıza, her yerde olduğu gibi burada da bir görünmez adam var.

Söz konusu saray 3. Carlos ve 2. Felipe dönemlerinin mimari kimliğini yansıtıyor. Hala devlet törenlerinde kullanılıyormuş. Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasak maalesef, fakat içerisinde gördüklerimiz de gerçekten etkileyici. Ayrı ayrı hazırlanmış giyinme ve soyunma odaları, oyun odası, yemek odası, yatak odası…

Arkamıza baka baka ayrılıyoruz saraydan. Aslında hedefimiz orayı görmek olsa da, biraz bilinçsizce, etrafımızı seyrederek yürürken tesadüfen Plaza Mayor’da buluyoruz kendimizi. Burası, Madrid’de en çok hoşumuza giden yer belki de. Yine sokak göstericileri ve bu kez bir de sokak ressamlarıyla, restaurantlar meydanı çepeçevre sarmışlar. Bir kadın flamenko gösterisi yapıyor. Meydan bugün Madrid’de oldukça turistik bir yer olarak hizmet veriyor olsa da geçmişte engizisyonun merkezi… İdamlar burada gerçekleştiriliyormuş ve boğa güreşleri. Bu arada hazır lafı geçmişken, boğa güreşlerine karşı olduğumuz için, bu konuda hiçbir araştırma yapmıyor ve bize seyretmemizi önerenleri reddediyoruz İspanya’da. Zaten karşımıza da çıkmıyor bir arena veya ilanı… Azalıyor mu, insanlarda bu konuda bir bilinç oluşuyor mu bilmiyorum, umarım öyledir.

Meydanın içindeki gölgelik bir yere oturuyoruz. Sokak ressamları bol bol Don Kişot resimleri yapmışlar, fakat fiyatları birazcık tuzlu. El emeği burada hak ettiği değeri fazlasıyla buluyor Türkiye’nin aksine.

Bir süre sonra karnımız acıkıyor ve bu meydanda aç kalmak mümkün değil… İspanyolların “bocadillios” dediği sandviçlerden yemeye karar veriyoruz. Gelmeden önce bize kalamarı önermişlerdi, dolayısıyla kalamarlı bocadillios yiyoruz. Meydanın birazcık dışında bir noktada, sol tarafta bir bocadillios noktası var insanların kuyruk olduğu. Böyle şeylere pek yüz vermesek de, bu kez “herhalde lezzetli ki en çok buraya toplanmış insanlar” diyor, biz de sıraya giriyoruz. Yanılmamışız, cidden lezzetli.

Bocadillios’larımızı yedikten sonra, yine Plaza Mayor’un dış tarafında bulunan bir hediyelik eşya dükkanı çarpıyor gözümüze. Girip hatıra olarak birkaç buzdolabı süsü ve anahtarlık alıyoruz. Tabii buraya kadar gelmişken yapmamız gereken bir şey daha var: Sangria içmek. Plaza Mayor’a çok yakın bir noktada bulunan “kapalı pazar” denilebilecek bir yerde buz gibi bir Sangria içiyoruz. Sangria, İspanyollara özgü bir şarap. Kırmızı meyvelerle “dinlenen” bir kaptan servis ediyorlar. Gerçekten lezzetli. Ayrıca şarap içtiğimiz yerde iştah açıcı Tapaslar var.

Sangrialarımızı da içtikten sonra gönül rahatlığıyla Calle de Arena’ya dönebiliriz. Yol üzerinde yine herbiri ayrı bir sanat eseri kıvamında binalar çıkıyor karşımıza.

Calle de Arena’ya dönmemizin sebebi hamur çubuklarıyla, sıcak çikolata… Yazının başında bahsettiğim Calle de Arena üzerindeki kilisenin yan tarafından uzanan yolu takip ederseniz orada Chocolateria isimli yeri göreceksiniz. Burada hamur çubuklarıyla birlikte sıcak çikolatanızı tadabilirsiniz. Bu İspanyolların daha çok uzun süren eğlencelerin ardından “ayılmak” için başvurdukları bir yöntemmiş, bizde İşkembe Çorbası içilmesi gibi… Hamur çubuklarını, sıcak çikolataya bandırarak yiyorlarmış. Gündüzleri de tadına bakmak isteyen turistler için tüketilmeye devam ediyor. Açıkçası bir noktadan sonra benim içimi bayıyor, devam etmekte zorlanıyorum, ama arkadaşım beğeniyor. Dolayısıyla tatmadan bilemezsiniz, Madrid’e kadar gitmişken de tatmadan dönmezsiniz.

Hamur çubuklarımızı yiyerek Hostel’e geri dönmeye karar veriyoruz. Biraz dinlenmemiz gerek. Akşam saat 10’u gösterdiğinde tekrar çıkıyoruz. Etraf çok kalabalık, sanki bütün Madrid dışarıda. İspanyolların dediğine göre, saat 10-11 arası bir dönemde akşam yemeklerini yerler ve bir bara giderlermiş. Gece 2 ya da 3’e kadar barda eğlendikten sonra, sabaha kadar kalacakları bir disko ya da “club” tabir edilen yerlere ulaşırlarmış. Nitekim insanlar yemeklerini yiyorlar, bize paella’yı en iyi Endülüs’te yersiniz dedikleri için bu kez Falafel yemeye karar veriyoruz.

Falafel, vejeteryanlar için de uygun olan bir “sandviç.” Nohuttan yapılan bir köfteyi ekmeğin arasına koyduktan sonra, ekmeği istediğiniz çeşit salata-mezeyle dolduruyorlar. Biz Maoz’u tercih ediyoruz ve oldukça da lezzetli. Giderseniz Puerto del Sol’den Maoz’a ulaşmak çok kolay. Aynı zamanda bir de ek bilgi, Maoz, Barcelona’nın en meşhur caddesi Las Ramblas’ta da mevcut. Tadına bakmanızı öneririm…

Ertesi gün… 

Bu sabah bir şey öğreniyoruz, eğer ki uçağa binmeden sadece belli bir iş için havaalanına gidiyorsanız, havaalanı çıkışında “supplement” isimli bir ek ücret ödemeniz gerekiyor 2 Euro kadar. Madrid’deki son günümüz, bavullarımızı havaalanına bırakmak için gidiyoruz ve dönüşte kartımız çalışmayınca bunu öğreniyoruz. Bu ücreti bir kez ödedikten sonra kurtulamıyorsunuz, aynı zamanda uçağınıza binmek için tekrar döndüğünüzde yine aynı ücreti ödemenizi istiyorlar. Eğer Madrid’e uçakla geldiyseniz ve şehiriçi biletinizi havaalanından aldıysanız, uçağa binme gününe kadar havaalanına gitmemeniz bu ücretten kaçınmanız için iyi olacaktır.

Madrid’deki üçüncü günümüzde beni yavaş yavaş bazı istekler sarıyor. “Peynir istiyorum”, “zeytin istiyorum”, “kahvaltı istiyorum.” Uyandığımda içimdeki hisler bu, Plaza Mayor yakınlarında “kafe-bar” benzeri bir yere oturuyoruz. İngilizce bilmeyen görevliyle zor anlaşıyor ve nihayet bir peynirli tost siparişi vermeyi başarıyoruz. Biraz hayalkırıklığı ama, nihayetinde mideme peynir girdiği için mutlu oluyorum.

Kahvaltımızı yaptığımıza göre artık gezmeye başlayabiliriz. Yürümeyi daha çok severim ben bu tarz gezilerde, mesafeler katlanılabilir mesafelerse özellikle metroya, otobüse binmek yerine yürümek daha cazip gelir ki normalde yürümeyi seven biri de değilimdir. Yine her tarafı klasik Avrupa binalarıyla süslü bir yol üzerinde yürürken İspanyol Parlamentosu’nu görüyoruz.

Karşısında bulunan parkta dinleniyoruz bir süre. Etrafımızda kaykay ve patenle gezen insanlar var, hatta bir kısmı güneşleniyor bir yandan. Bugün hava oldukça sıcak, bir bahar havasından çok Türkiye’nin şu an yaşanılan sıcaklıklarına benziyor. Arkadaşlarımızdan, ailelerimizden haber alıyoruz: Türkiye hala yağmurlu.

Museo del Prado’nun önünde uzanan yola geliyoruz. İnsan profili bir anda değişiyor, Madrid’e gelen turistler müze gezmeyi pek mi tercih etmiyorlar, bize mi denk geldi bilmiyorum ama yaş ortalaması yukarı çıkıyor, insanların giyimi kuşamı değişmeye başlıyor. Tabii müzeleri gezmeye getirilmiş okulları saymazsak…

 

Rehberden aktarıyorum: “Prado Müzesi, İspanyol resim sanatının dünyadaki 12 ve 19. yüzyıllar arasını kapsayan en iyi örneklerine, özellikle de Velazquez ve Goya’nın eserlerine ev sahipliği yapar.”

Prado bugün Madrid’in en çok ilgi çeken müzesi konumunda. Bourbon Madrid adı verilen bölgesinde bulunuyor, bu bölge aynı zamanda birçok başka müzeye de ev sahipliği yapıyor. Müzeleri hakkıyla gezmek için bir tam gününüzü ayırmanız yararlı olacaktır. Ya da sadece belli başlı eserleri görmeyi tercih edip ayrılabilirsiniz.

Bu bölgede ünlü olan bir başka bina da Ritz Oteli.

Söz konusu bina, XIII. Alfonso, düğün konuklarını ağırlamak için görkemli bir yerin eksikliğini duyduğu için yaptırılmış. Bugün söylediğim gibi Ritz Oteli olarak kullanılıyor. Rehberde yazdığına göre, otel iç savaş esnasında hastane olarak da kullanılmış.

Prado Müzesi’nin önündeki yeşil ve huzurlu yoldan, 35 derece havada yürümeye devam ediyoruz. Şimdi de hedefimiz Reina Sofia. Cumartesi günleri giriş ücretsiz Reina Sofia’ya, gişeden biletinizi alıp devam ediyorsunuz. Bu müzeyi önemli kılan asıl tablo Guernica sanırım.  Picasso’nun iç savaş yorumu. Guernica’nın fotoğrafını çekmek “yasak” sözde, fakat yakalanmazsanız sorun yok. Nitekim, herkes çekiyor fotoğrafını. Sadece flaş kullanmadan çekmeyi tercih ederseniz tabloya zarar vermemek açısından yararlı olacaktır. (Sen çektin mi derseniz, imkansızı başardım, çekerken yakalandım. Bunun üzerine “kör noktadan” insanlarla beraber çekebildim. Tabloya lütfen Google’a yazarak bakın.)

Burada tek tek tabloların fotoğraflarını paylaşmıyorum, fakat etkilendiğim tablolar arasında The World isimli Angeles Santos Torroella tablosu, elbette Guernica, şu an ne yazık ki ressamını hatırlamadığım “Adem ile Havva” yorumu olan bir tablo ve Dali’nin Balkondan Bakan Kadın’ını sayabilirim bir planda. Ayrıca iç savaşın fotoğraflarla anlatıldığı bölüm de insanı etkiliyor ve Reina Sofia’nın da anlatımını rehbere bırakıyorum.

“20. yüzyıl eserlerinin sergilendiği müzedeki en önemli eser, Picasso’nun Guernica’sıdır. Burada, Miro gibi büyük ustaların belli başlı resimleri de görülmeye değer. Koleksiyon, 18. yüzyılın sonunda inşa edilen Madrid Hastanesi’nin eski binalarında yer alır.”

Madrid merkeze doğru geri dönmeye başlıyoruz. Yolda ilginç bir şey dikkatimizi çekiyor, ileriden protesto sesleri yükseliyor. Biz yönümüzü değiştirmek yerine, merakla seslere doğru yürüyoruz. İlk rastladığımız görüntü şöyle:

Bu insanlar, protesto gösterisinin arkasından yürüyorlar ve sokağı temizliyorlar. Bu kısmı geçip de bir ön noktaya ulaştığımızda karşımıza polisler çıkıyor. Hiçbir şeye karışmadan sakin sakin yürüyor onlar da. En öne geldiğimizde ise protestocuları görüyoruz.

İspanyol Başbakanı Zapatero’nun, Libya’ya asker göndermesini protesto ediyorlarmış. Nihayetinde tekrar Sol’e çıkıyoruz bu grupla birlikte yürüyerek. Madrid günlerimiz sona eriyor, geceyi havaalanına gidene kadar Madrid sokaklarında dolaşarak geçiriyoruz ve nihayetinde veda ediyoruz bu güzel şehre, bir kez daha gelmeye söz vererek.

 

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *