Split’ten bindiğimiz tren, bizim alışık olduğumuz trenlerin aksine, tamamen kompartımanlardan oluşuyordu, fakat neyse ki boştu, dolayısıyla kompartımanda yalnız kalabildik. Ayrıca, trenlerde klima da yoktu, dolayısıyla çift taraflı camları açıp cereyan yaptırarak serinleyebiliyordunuz ancak. Biz de öyle yapmıştık, fakat bir süre sonra serinleme ihtiyacı sona erdi. Sabaha karşı o kadar soğuk oldu ki, camları hemen kapattım. Yine de fayda etmedi.
Sabah saat 06.30’da Zagreb’e indiğimizde üşüyordum. “Özlemişim” diye düşündüm, gardan dışarı çıktığımızda o saate rağmen uyanmış bir şehir vardı karşımızda. İnsanlar bisikletleri-arabalarıyla ya da yürüyerek işe gidiyorlardı. Üzerlerinde hırkaları, ne mutlu. Yol boyu kafelerde gazetesini almış, kahvelerini içen insanlar da gördük, benim de çok sevdiğim bir sabah faaliyetini icra ediyor olmaları sebebiyle imrendim.
Gardan çıktıktan sonra doğrudan hostelimize gittik. Kaldığımız hostel tam da şehrin merkezinde, Jelacic Meydanı’na çıkan sokaklardan birinin başında bulunuyordu, geceliği 9 Euro idi dört kişilik odada, banyosu-tuvaleti de odanın içindeydi. Fulir Backpackers Hostel, ekonomik bir şekilde konaklamak isteyenler için Zagreb’de kesinlikle önerebileceğim bir yer. Tabii ki biz vardığımızda henüz check-in saati gelmemişti, biz sadece bavullarımızı bıraktık, bize bir de şehir kitapçığı verdiler ve günün ilk yarısını geçirmek üzere çıktık.
Zagreb genel olarak ikiye ayrılıyor ve bu ayrım “aşağı şehir” ve “yukarı şehir” şeklinde. Yukarı Şehir’in ana bölgesi “Kaptol”, katedrali barındırıyor içerisinde. Avrupa’nın tüm büyük katedralleri gibi, burası da tadilatta, tadilatta ve tadilatta.
Biz ilk olarak aşağı şehirin sokaklarında dolaştık rastgele. Bir yerde kahvaltı yaptık, saati 9’a getirdik ve Jelacic’e geri döndük, hemen meydanda bulunan Turizm Ofisi’nden haritamızı aldık, bilinçli gezimize yukarı şehirden başlamaya karar verdik.
İlk durak Kaptol ve buranın hemen merkezinde bulunan katedral. Katedralin tarihi 1900’lerin başına gidiyor en fazla, çünkü katedral 1880 yılındaki büyük depremde hasar görmüş, bugün de katedralin o depremde hasar gören parçaları sergileniyor. Sonrasında büyük bir onarımdan geçerek bugünkü şeklini almış. Biz girdiğimizde katedralde ayin vardı. Sessizce ve arkada durarak biraz seyrettik ve daha sonra katedralden çıktık. Katedralin hemen önünde büyük bir Meryem Ana heykeli bulunuyor. Hırvatlar genel olarak Katolik. Ortalıkta kıyafetleriyle dolaşan rahip ve rahibeleri görmek hiç anormal bir durum değil, tüm şehirde sokaklarda yürürken bir anda karşınıza çıkıveriyorlar. İnsanlar oldukça dindar denildi bize, nitekim bizim de gözlemlediğimiz buydu.
Katedralden çıktıktan sonra ilk durağımız “Dolac” oldu. Burası bir pazar yeri aslında, meyve-sebzenin yanı sıra, çeşitli eşyalar ve elbette hediyelikler de satılıyor. Bir yerde hoşumuza giden terliklerin fiyatını sorduğumuzda, kadın İngilizce olarak fiyatın 60 kuna olduğunu söyledi ve ben de arkadaşıma çevirdim, kadın da “altmış kuna” diye tekrarladı, taklidimi yapıyor zannettim önce. Hemen ardından “yani 8 Euro” dedi, anladık ki Türkçe biliyor. Bizimle çok ilgilendi, fiyatta da indirim yapınca hoşumuza giden o terliklerden alıp bir de fotoğraf çektirdik.
Bu pazar yeri, bu renkliliğiyle gezilmeyi hak ediyor. Pazar yerinden çıktığınızda aşağı indikten sonra karşınıza “Kvari Most” yani “kanlı köprü” çıkıyor. Burası bir köprü değil, sokak… Zamanında büyük çatışmalara sahne olan bir köprü burada bulunduğundan adı bugün böyle. Buradan geçerek St. Mark Kilisesi’ne çıkan yola girmiş oluyorsunuz ve tırmanışta karşınıza ilk olarak “Taş Kapı” ismini taşıyan minik bir bölge çıkıyor, bu bölgede bulunan küçük Meryem Ana resmi ile burası bir ibadethane haline getirilmiş.
St. Mark kilisesi “Gradec” diye anılan eski kısmında bulunuyor Zagreb’in. Çatısının renkliliğiyle dikkat çekiyor. Çatının bir yarısında Zagreb, bir yarısında Hırvatistan’ın amblemi var. Kilisenin bulunduğu meydanın bir tarafında Meclis, diğer tarafında Başkan’ın Sarayı bulunuyor.
St. Mark Kilisesi’nin içerisi şu an ziyaretçi kabul etmiyor, fakat bu bölgeyi bu görüntü yeterince cazip hale getiriyor. Nitekim, bu kiliseyi ben çok beğendim. Zagreb’de bulunduğumuz iki gün boyunca, hiç değilse üç kere çıktık buraya.
Kiliseden aşağı inerken karşınıza Lotrscak Kulesi çıkıyor. Dilerseniz bu kuleye çıkıp şehri seyredebiliyorsunuz. Kulenin hemen ön kısmında ise, çok da ilgi görmeyen funiküler, çok dik olmamakla birlikte, yukarı şehire çıkıyor. Eğer ki Galata ile Karaköy’ü bağlayan funiküleri (Tünel) gördüyseniz, bu size işlevsiz ve gereksiz bile gelebilir. (Fakat elbette ki değildir.)
Oradan aşağı indikten sonra karşınıza çıkan geniş cadde ise ana alışveriş caddesi olarak anılıyor. Yine de çok görülecek bir şey olduğunu söyleyemem. Biz de caddeyi şöyle bir yürüdükten sonra hostele geri döndük, bir banyo yaptık, üstümüzü değiştirdik ve bu kez aşağı şehiri gezmek üzere yola koyulduk.
Daha girdiğimiz ilk sokakta, karşıya bakar bakar bayrağımızı gördük. Tahmin ettik, Türkiye Büyükelçiliği karşımıza çıkmıştı. Eski bir binada bulunuyordu ve hemen karşısında Nikola Tesla heykeli vardı. Aşağı Şehir genel olarak geniş caddeler, eski büyük binalar, çok geniş parklardan oluşuyor. Onca müze arasında biz Mimara Müzesi’ni tercih ettik gezmek için. Doğru tercih miydi emin değilim, içerisinde bulunan Rembrant, Raphael ve Degas eserleri beni bu müzeye çekti, değdi mi sorusuna cevabım sanırım olumsuz olur, biraz hayalkırıklığına uğradığımı saklamayacağım. Müzenin bulunduğu bina ise çok etkileyici…
Aşağı Şehir’de aynı zamanda Zagreb’in ilk süs havuzu, yıllardır Zagreb’in sıcaklığını ölçen derece de bulunuyor. Bir parkın içerisinde sergileniyorlar. Hırvatistan Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu park da ev sahipliği yaptığı bina ile, vakit geçirmek için cazip bir seçenek oluşturuyor. Aklıma hem Split’te, hem burada bu görkemli sahneleri gördükçe tabii ki Türkiye’de “devletin tiyatrosu olmaz”, “dünyada devlet tiyatrosu yok” diyerek, tiyatroya ve aslında en başından beri sanata savaş açanlar geldi, kulaklarını çok çınlattım. Bu kocaman parklara da oldukça özendim.
Aşağı şehiri gezip bitirmek de bizi kesmeyince, bir yola girdik rastgele. Haritada da gittiğimiz yerleri sakınmadan devam ettik yolumuza, artık gitmemizin anlamı yok düşüncesi gelene kadar dolaştık, yaşam alanlarını gördük, bir mezarlıktan geçtik ve yine bir tiyatro binası, yine parklar…
Kaptol’e dönüş! Nocturno Restaurant’a oturduk, katedrale çok yakın bir bölgede, kolayca bulabileceğiniz bir yerde bulunuyor. Bir tabak, oldukça doyurucu deniz ürünlü risotto, yanına bir kadeh Hırvat şarabı ve salata… (Risotto = 30 kuna, ortalama 4 Euro’ya denk geliyor. Aynı risotto Dubrovnik’te 70, Split’te 50 kuna idi örneğin.) Adam niyeyse kişi başı bir tabak risotto söylememize çok şaşırdı, sanki ilk kez böyle bir şey duyuyormuş gibiydi, çok gelecek zannettik, evet çoktu ama iki kişi paylaşacak kadar değil, makul ölçülerde bir çokluk bahsettiğim…
St. Mark Kilisesi’ne tekrar çıkış… Ellerinde meşalelerle bir grup, bir tiyatro sergiliyor. Ne dediklerini elbet anlamadık, fakat işin sonunda bir noktaya kadar yürüyüp, dar bir sokağa girerek şarkılar söylemeye başladılar. Çok güzel bir manzaraydı.
Zagreb’deki ilk günümüzün sonunda yatağa yattığımda Zagreb’i ne kadar da sevdiğimi düşündüm. Çok güzel bir şehirde, çok güzel bir gün geçirmiştik ve ertesi gün bu devam edecekti. Görecek çok fazla bir yer kalmamıştı, ama aklımdaki plan Zaman Tüneli etkinliklerine katılmaktı. Öyle de yaptık.
Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra birazcık da Ban Jelacic’i dolandık. Geniş bir meydan burası, tramvaylarla genel olarak ulaşım sağlanıyor. Ufak tezgahlar, gösteriler bu meydanda gerçekleşiyor. Turizm ofisi de bu meydanda, meydan ise katedralin hemen eteklerinde…
Katedrali önceki gün ayin sebebiyle gezememiştik, bu kez gezmeyi başardık ve yine St. Mark Kilisesi’ne çıktık. Nöbet değişimini seyrettik, gelen atlılardan birinin atı ufak bir huzursuzluk yaşadı, bunun dışında sade bir nöbet değişimiydi, yani nöbet değişimi denildiğinde aklınıza Anıtkabir’deki gibi bir değişim gelmesin.
Dolaşa dolaşa aşağı indikten sonra Hostel’de birazcık dinlenip öğleden sonra Zaman Tüneli’ne katılmak üzere yine St. Mark Kilisesi’ne çıktık. Bu etkinliklerin amacı ve içeriği şöyle: Haziran’dan Eylül’e kadar her haftasonu Zagreb’in yukarı şehrinde, özellikle St. Mark ile Lotrscak arasındaki bölümde eski kıyafetler giymiş insanlar arşınlıyorlar sokakları. Bu kişilerin herbiri, Zagreb tarihinden bir kişiliği canlandırıyor. Kimisi ünlü bir şair, kimisi bahçıvan, birisi postacı, biri pazarcı kız… Siz de bu kişilerle dilediğinizce sohbet edip, onların o dönemki yaşayışları hakkında bilgi alabiliyorsunuz. Tüm bu etkinlikler, bu kişilerle fotoğraf çektirmek ve sohbet etmek ücretsiz.
“Zagreb’in ünlü bir şairi” ile olan sohbetimizin sonunda, bu şair bugünkü kimliğine geri döndüğünde bize “kaç gün Zagreb’de olacağımızı” sordu, ben ise o an “kaç gündür” şeklinde anlayınca soruyu “iki” dedim. Bize epey bir etkinlik saydı, konserler, gösteriler…
Saraybosna’ya yolculuk saatimiz yaklaşınca aşağı indik. Bavullarımızı alıp, trene bindik. Ne yalan söyleyeyim, aklım Zagreb’de kaldı. Bu etkinlikleri kaçırdığımız için üzgündüm, şehri de çok sevmiştim, tam istediğim gibi o “bu şehir tanıdık” duygusuna kapılmaya başlamışken, bu kez yaptığımız hızlı program gereği ayrılıyorduk. Evet, şehirde görmediğimiz pek fazla bir şey kalmamıştı, evet iki gün yetmişti, ama yine de şehrin tam ruhunu kavrayamadan, günlük yaşamını pek de göremeden ve zaman tünelinin tadını çıkaramadan ayrılıyorduk. Saraybosna da bizi hayalkırıklığına uğratmayacaktı, o da yine diğer yazının konusu.
Leave a reply