Bir önceki gün Adana’da yediğim etin sertliğinden dişim ağrıyor, Tarsus’a giderken yolda Mersin’e uğrayıp tantuni yiyoruz Memoş Tantuni’de. Gerçekten çok güzel… Tantuni neden bu kadar ünlü, anlayabilmek biraz zor olsa da, bu cidden iyi. Biraz da alışveriş yapıp, Tarsus’a devam ediyoruz. İlk durağımız yine bir başka tantunici… (Bu bölgeyi gezmenin amacı biraz da yemek konusunda abartmak değil midir zaten?)
Ve o diş ağrım yetmezmiş gibi, bu tantuninin eti de sert… Çiğnerken bir de ters bir hareket yapıyorum (o nasıl oluyorsa?) ve azap başlıyor. Canım yanıyor, biliyorum ki fırçalasam geçecek, ama o can havliyle bile yapamıyorum.
Böyle böyle başlıyoruz Tarsus’u gezmeye…
İlk durak 16. yüzyıl yapımı Ulu Camii ve hemen yanında bulunan Kırkkaşık Bedesteni…
Tarsus’un asıl ünü aslında St. Paul’den geliyor. Bir nevi hac merkezi haline gelmiş burası bu sayede. St. Paul öldükten sonra, doğduğu yer olan Tarsus kutsal bir yer haline geliyor ve burada doğduğu varsayılan evin kalıntılarında bulunan kuyudan çıkan suyun şifalı olduğuna inanılıyor. Nitekim, kuyudan su içtikten bir süre sonra dişimin acısı azalıyor biraz, tabii bunu içtiğim ağrı kesiciye yormak biraz daha mantıklı…

Bu arada Nusret Mayın Gemisi de Tarsus’ta bulunuyor. Jilet olacakken, Tarsus Belediyesi tarafından kurtarılan Nusret Mayın Gemisi de, bugün müze olarak Tarsus’ta bir parkın içerisinde sergileniyor.
Tarsus denilince akla gelen bir başka şey de elbette Şelale… Burada da çay bahçeleri ve restaurantlar var. Özellikle yaz günlerinde, biraz serinlemek için iyi bir kaçış olabilir.
Ertesi gün, 19 Mayıs’ta, Kızkalesi’ne doğru yola koyuluyoruz bu kez… İlk olarak Korykos Kalesi’ni görüyoruz. Plajın hemen yanında bir alan burası, Bizanslılar tarafından yapılmış ve Ermeniler tarafından alınmış. Çok geniş olmayan bir alan, manzarası şahane.
Sonrasında ise, plajdan sürekli kalkan teknelerle Kızkalesi’ne geçiyoruz. Burası, kıyıdan 300 metre açıkta bulunan bir kale…
Teknelere muhtaç değilsiniz buraya ulaşmak için tabii… Yüzme ya da deniz bisikletine binmek de bir seçenek. Kalenin içerisinde yer alan mozaikler ve kulelere çıktığınızda görülen manzara harika.
Kulelerden birine çıktığımızda, denize doğru bakıyorum. İşte beni orada gördüğüm manzara vuruyor. Yukarıda 19 Mayıs’ı boşuna söylemedim, burası Akdeniz ve az da olsa insanlar denize giriyorlar. Aşağıda ise başka bir manzara var… Rengarenk deniz bisikletleri sıralanmış, “yaz geldi” diyorlar sanki. İşte o an yanımda bir mayo olmadığına kahrediyorum.
Ama işte vaktimiz de yok, görülecek başka yerler bizi bekliyorlar. Öyleyse istikamet Cennet-Cehennem Mağaraları…
İki mağaradan oluşuyor burası, Cennet ve Cehennem… Cennet Mağarası’na gitmek için 450 basamak aşağı iniyorsunuz. Mağaranın girişinde bir şapel var. Mağaraya girdikten sonra ise, işiniz daha zor. Merdivenler biraz ıslak, yol yer yer belirsiz. Ama bir kez karanlığa girdiğinizde, dışarıdan gözüken manzara sürreal bir hal alıyor. Nemin de etkisiyle olsa gerek, renkler değişiyor, sanki bir tabloya bakar gibi bakıyorsunuz. Bir film setinde, üzerinde epey oynanmış bir fotoğraf karesinde gibi hissediyorsunuz.
Öyle ki fotoğraf tam olarak anlatamıyor durumu. Gidip görmeniz gerek… Aklıma kazıdım bu manzarayı, öyle sevdim.
Mağaranın içine girdikten sonra yukarı çıkması daha zor, çıkarken yeni yollar aramayıp, indiğiniz gibi merdivenlerden çıkmanızı öneririm. Çünkü bazı noktalar, kısa bir yol olduğunu düşünmenize yol açacak kadar cezbedici.
Sonraki durak ise tabii Cehennem Mağarası… Buraya ise ancak yukarıdan bakabiliyorsunuz. Zeus’un burada hapsedildiğine inanılıyor hikayeye göre.
Tabii sanırım adından da kaynaklı olarak buralara bir kutsallık atfedilmiş ve dini nitelik de kazandırılmış. Bu kısım biraz rahatsız edici…
Dönüş yolunda ise son durağımız Kanlıdivane… Tam girişinde telefonuma bir mesaj geliyor, “Kuzey Kıbrıs’a Hoşgeldiniz…” Hemen internetimi kapatıyorum, tepede olmamızdan da kaynaklı olarak, buraya çok yakın bir noktada olan Kıbrıs’tan alıyor sinyali yer yer telefonlar.
Geniş bir arkeolojik alan burası, vakit varsa yol üstünde görmeye değer. Bizans kiliseleri, tapınaklar ve mezarlıkların kalıntıları var.
Mersin’in çevresine ayırdığımız zaman da böylece doluyor. Şehir merkezini çok gezemiyoruz belki, ama etrafını seviyorum Mersin’in. Cennet Mağarası’ndaki görüntüyle ve Kızkalesi’ndeki rengarenk deniz bisikletleri kalıyor aklımda.
Ve tabii güzel yemekler kalıyor damağımızda…
Tüm fotoğraflar – Kerem Günaydın
anlatımınız ve fotolar çok güzel, zevkle okuyorum.
Çok teşekkür ederim.