“Krakow’a gidiyorum…”
Bu cümlenin anlamı benim için sandığınızdan çok daha büyük… Ben, yıllardır bu şehrin hayalini kuruyorum. En alakasız gezilerime bile Krakow’u katmaya çalıştım, başaramadım bugüne kadar. Bu kez program yaparken, belki daha çok şehir görebilirdim, daha çok yere gidebilirdim, ama Krakow olmazdı. Her ihtimal dışarıda kaldı, Berlinler, Ljubljanalar feda edildi bu uğurda da Krakow’un bu geziden çıkarılması bir an olsun kafamdan bile geçmedi.
Sabah Auschwitz’den geçiyorduk ki uyandım trende. Artık yalnızdım, söylediğim gibi ilk kez yalnız seyahat ediyordum ve ilk gittiğim şehir de Krakow’du. Sabah 6.45’te vardık Krakow Glowny’e. Trenden indim, kitabımı açtım, tam da şehir merkezinde yer alan hostelimin bulunduğu sokağa nasıl gideceğimi kontrol ettim ve yürümeye başladım.
Hostelin, tam da St. Mary Kilisesi’ne çıkan sokağı Florinska’dan yürürken saat 7 oldu. Kilisenin çanları çaldı önce, sonra trompetle ağır bir melodi çaldı birisi kulenin tepesinden. Gülümsedim ve hostelime girdim. Yanımda henüz hiç zloti yoktu, euro da kabul etmiyorlardı, dolayısıyla ödemeyi kredi kartıyla yaptım. Valizimi bıraktım, elimi yüzümü yıkayıp şöyle bir kendime geldim ve dışarı çıktım. Saat 7.30 olmuştu.
Baktım döviz büroları saat 8’de açılacaklar. Çok susamış durumdayım, ama param yok. Eski şehir meydanına gittim, oturdum. Yarım saat dayanabilirdim herhalde. Meydanda ücretsiz internet olduğunu keşfettim, internete girip arkadaşlarıma Krakow’a geldiğimi ve iyi olduğumu haber verdim.
Saat 8 oldu, hemen gidip paramı bozdurdum. (1 Euro, 4.35 zloti).
Artık gezme zamanıydı, ana meydanı sonraya bıraktım ve yürümeye başladım. Hava çok ısınmadan ilk durağım Wavel olacak. Ana meydandan ilerlerken, karşınıza iki kilise çıkıyor. Biri St. Andrew Kilisesi! 1241 yılındaki Tatar saldırılarından ayakta kalan tek kilise…
Ve onun hemen yanında Polonya’nın ilk barok kilisesi SS Paul ve Peter Kilisesi var. Bu yoldan dümdüz ilerlediğinizde Wavel Kalesi’ne çıkıyorsunuz. “Ne güzel şehir“ diyorum içimden, daha o kadar hayran değilim, biraz zaman var. Wavel kalesinin içerisinde kraliyet evleri, ailenin yaşadığı yerler, katedral, zindanlar gibi bölümler var. Herbirine tek tek girebileceğiniz gibi, toplu bilet alıp da gezebiliyorsunuz kaleyi. Ayrıca Viyana’daki kurallarımız burada da geçerli, kalelerin içine girmeyip araziyi gezmek isterseniz yalnızca, ücret ödemeniz gerekmiyor. Ayrıca, Wavel Kalesi için günde belli oranda bir bilet satışa sunuluyor, o yüzden sabah erken gitmenizde yarar var.
Wavel Kalesi’ni gezdikten sonra şehir merkezine doğru geri dönme zamanı… Bu kez ana meydandan tam tersi istikamete ilerliyorum. FlorianskaKapısı’na doğru... Bugün bu kapının çevresinde ressamlar yaptıkları eserleri sergiliyorlar. Kapıyı geçtiğiniz zaman sizi çoğunlukla sokak müzisyenleri karşılıyor ve büyükçe bir park… Sabah erken bu parktan geçerken özellikle fark ediyorsunuz ki bu şehirde çok fazla evsiz insan var.
Kahvaltı yapmam gerektiğini hissediyorum artık. Kapıya hemen gelmeden, o gördüğünüz “McDonalds’ın” sanırım yan tarafında, Cafe Heaven isimli bir pastaneye giriyorum. Hemen hemen 4 Euro‘ya denk gelen bir ücret ödeyerek, güzel bir tost ve yanına da kahvemi alıyorum. Biraz kitabımı okuyorum, Krakow’a çalışıyorum ve artık ana meydana gidebilirim.
“Rynek Glowny” olarak da geçen bu meydan, Avrupa’nın bir meydanda bulunan en büyük Ortaçağ binasına sahip olarak biliniyor. Benim meydana girdiğim Florianska, daha önce de bahsettiğim gibi St. Mary Kilisesi’ne açılıyor. Gelelim, beni karşılayan trompetin sırrına… Bu aslında bir uyarı müziği, şehri Tatar Saldırıları’na karşı uyarıyor. Savaş zamanında çalınan bu müziği çalan müzisyen, vurularak öldürülünce, onun anısına ve turistik de bir sos katılarak elbette, bugün halen çalınmaya devam ettiriliyor.
Bu meydan, büyük badireler de atlatmış ismen. Rynek Glowny ismi hep kalmamış, Alman işgali döneminde bu meydana Adolf Hitler Meydanı adı verilivermiş. İşgal dönemine birazdan daha ayrıntısıyla değineceğim.
Meydanda, bu gördüğünüz binanın içinde hediyelik eşyaların da satıldığı bir kapalı çarşı var. Benim için daha vakti gelmedi, şimdi hedefim Oskar Schindler’in fabrikasına gitmek.
Nehrin öte yakasına geçen bir tramvaya biniyorum ve hemen nehri geçtikten sonra iniyorum. Elimdeki haritaya bakarak (turizm ofisinden başka bir harita aldım bu esnada) fabrikayı buluyorum. Müze, genel olarak Krakow’un tarihini anlatıyor olsa da, Nazi işgali dönemine odaklanıyor bunu yaparken.
İşgal dönemi, müzenin içerisinde üstelik canlandırılarak anlatılıyor. Karanlık koridorlardan geçerken yukarıdan sarkan gamalı haç bayrakları ürpertiyor sizi.
O döneme ait, maalesef çevirisi yapılmamış, gazete haberleri de duvarlarda size eşlik ediyor. Çok etkileyici bir atmosferde dolaşıyorsunuz içeride. İşgal döneminde Krakow ordusuna bir şekilde geri çekilmesi emrediliyor ve Krakow hiç savaşılmadan teslim ediliyor Nazilere. Meydana hemen gamalı haçlı bayrak çekiliyor. Ve bu işgali, sizlere müzede de alıntılanmış 14 yaşındaki Yahudi çocuğun dilinden anlatmak istiyorum:
“Bu sabaha kadar Polonyalılara karşı bir güven vardı içimde, şimdi o bile yok. Bugün Krzemoniki’ye götürüldüm. Saçımda, kollarımda, elbisemde, bacaklarımda, başımda kireç var şimdi ve bu kireç vücudumu yakıyor. Gülüyorlar bana… Yahudi olmak çok kötü bir şey.”
Müzede elbette en acı verici yaralarından biri daha karşımıza çıkıyor şehrin, Yahudi Gettosu… Biraz sonra daha ayrıntısıyla değineceğimden bu konuya, şimdi çok detaya inmiyorum. Fakat, bunun nasıl uygulandığını ilk kez müzede gördükten sonra gettoya gitmem daha iyi oldu, bendeki etkisini arttırdı.
Müze, yaşanılan dönemleri anlatırken çok ilginç bir yönteme daha başvurmuş. Her tarih değişiminde karşınıza bir makine çıkıyor ve önünde duran kartlar... Bu kartlar tramvay biletleri ve makine de bu biletleri damgalamaya yarıyor. Her seferinde damgaladığınızda görüyorsunuz ki damgalar değişiyor. Bir bakmışsınız gamalı haç damga olmuş ve tarih değiştiğinde ise orak-çekiç damga haline geliyor işgal Sovyet ordusu tarafından sona erdirildikten sonra…
Müzeden çıktığınızda, boğazınızda bir tortu kalıyor. Schindler’in Listesi’ni izlediyseniz konuya hakimsinizdir, fakat yine de şöyle söylemek istiyorum, Oskar Schindler’in insanlar için önemini bu fabrikada çalışmış bir başka Yahudi’nin dilinden: “Oskar Schindler kaç hayat kurtardı? O olmasaydı, ben olmayacaktım, ailem olmayacaktı… Schindler 1.200 kişiyi kurtardığında, aslında kaç dünyayı birden kurtardı? Sayılamaz…”
Aslında bu fabrika Yahudi gettosuna çok yakın bir noktada bulunuyor.Müzeden çıkıp, yürüye yürüye gidiyorum meydanına. Boş sandalyeler koymuşlar her yere… 1941 – 1943 arası, burada yaşayan Yahudiler bu meydandan alınıp ölüm kamplarına gönderilmişler. 17.000 insan bu gettoda yaşamaya zorlanmış, getto iki parçaya bölünmüş. Bir bölümünde çalışan insanlar yaşarken, öbür bölümde ise daha çok kadınlar ve çocuklardan oluşan çalışmayanlar yaşıyormuş. Çalışanlar, sözde çalışma kamplarına gönderilirken, diğerleri ise Auschwitz’e gönderilerek öldürülmüş. Getto duvarlarla örülerek, giriş çıkışlar sınırlanmış.
Gettonun dışında, Krakow’da bir de Yahudi Mahallesi bulunuyor Kazimierz isimli. 15. yüzyıldan daha, Krakow’da yaşayan Yahudiler bu mahallede yaşamaya zorlanmış ve burası da duvarlarla örülmüş. Bir zamanlar bu şehirde 65.000 Yahudi yaşıyormuş ve şehir nüfusunun yaklaşık %30’unu oluşturuyorlarmış. Artık, sinagoglar sadece bir müze bu şehirde…
Artık şehir beni çarptı bir kere. Duvara vurmuş gibiyim başımı… O fabrikada, o gettoda, o mahallede dolaşmak beni mahvetti. Bu olaylar yaşanalı henüz sadece 70 yıl oldu, bir ömür geçti bile diyemeyiz. Hesabı yeterince soruldu mu? Ben inanmıyorum, bana yeterli gelmiyor…
Boğazımda bir yumruyla yürüyerek dönüyorum şehir merkezine. St. Mary Kilisesi’ni geziyorum bu kez içine girerek. Akşam yemeğinde de harika bir salsa sosuyla süslenmiş, büyükçe bir krep yiyorum sokaklardan birinde. Ben artık Krakow’a bağlandım.
Meydanın bir tarafında ufak bir gösteri var, öbür tarafında birazdan bir oyun sahnelenecek sanki, ama başlamıyor bir türlü. Sokak sanatçıları her yerdeler, ne kadar güzel...
Krakow’un biraz dışında bulunan Nowa Huta’ya ise ertesi gün sabah gidiyorum, çok ayrıntısına inemeyeceğim, fakat şöyle bir atmosferi görmek istediğimden atlamak istemiyorum. Sovyetler döneminde inşaa edilmiş, adeta bir başka şehir burası. Rusya’dan, ya da Azerbaycan gibi ülkelerden bildiğimiz geniş caddeler, neredeyse tek tip binalar burada da var. Burası bugün, komünizmin anti propogandası olarak ziyaret ediliyor aslında daha çok. Devlet politikaları bunu gerektiriyor ne de olsa Avrupa’da, sosyalizmin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatıyor Nowa Huta’nın müzesi örneğin.
Burada çok fazla vakit geçiremiyorum, zira Auschwitz’e gideceğim, şehre geri dönmek durumundayım. Auschwitz’ten döndüğüm akşam, hep merak ettiğim Hard Rock Cafe’de yiyorum. Atmosfer güzel olsa da, yemekler için verdiğiniz paraya çok da değdiğini söyleyemeyeceğim.
Krakow’da 3 gün mü kalmalıydım, belki de 4 gün? İki gün her halükarda az geldi. Şehrin her istediğim yerini gördüm, yaptığım gezi beni tatmin etti. Fakat biraz daha kalmak isterdim, istermişim bu şehirde… Üstelik tek başına gezmek de o kadar kötü bir şey değilmiş, hatta verdiği o özgürlük hissini de sevdim. Yemek yerken garip hissedebilirim diyordum, öyle bir şey olmadı. Tek sorunum fotoğraf oldu, ona da zamanla alıştım, insanlardan fotoğrafımı çekmelerini isterken çekinmez oldum…
Daha önceki yazılarımda söylemiştim, ben gitmek istediğim her yere zaten bir gün geri dönmek isterim. Fakat, bende özel yeri olan şehirler vardır bir de. Bugüne kadar bu en çok Londra’ydı sanırım. Şimdi, kalbimin bir köşesinde, bir de Krakow var.
Bu yazdığım yazı da eksik bir yazı, tamamlayamam, ne yazsam eksik…
Leave a reply