Marmaris’te tatil yaparken, Hisarönü Körfezi’nde günübirlik tekne turuna çıkmaya karar verdik. Öncelikle belirtmeliyim ki, günübirlik tekne turlarının denizlere belki eksik denetlemeden dolayı zarar verdiğini bu yaz çok daha çarpıcı biçimde algıladım. Ayrıca farkındayım ki, bu turlar aslında “mavi yolculuk” diye bilinen turların, “fragman” bile olamayacak kadar minyatürleri. O uzun mavi yolculuk hayalimi yine bir başka yaza erteleyerek razı oldum günübirlik bir tura çıkmaya.
Kızkumu olarak bilinen bölgeden kalktı teknemiz. Turist olarak daha çok Ruslar vardı ve her şey onlara yönelikti. Sanırım biz bunu hep yapıyor, yerli turisti unutarak yabancı turisti daha çok, daha çok memnun etme yoluna gidiyoruz. Üstüne üstlük bazı yanlış şeyler yaparak…
İlk olarak söylemeliyim ki Kızkumu’nun olduğu bölge maalesef temiz değil. Orada bulunan marinanın bunda ne kadar etkisi var bilmiyorum. Yola çıktıktan sonra ilk durağımız Emel Sayın koyu idi.
Emel Sayın koyuna bu ismin neden verildiğine dair rivayet muhtelif. Bize anlatılan hikayeye göre bir gün Emel Sayın, Datça’ya giderken bu mevkide arabası bozuluyor, arabanın yapılmasını beklerken bu koya hayran kalıp satın alıyor. (Kimden?) Sonra buraya bir ev yaptırıyor ve sit alanı ilan edilince o ev yıkılıyor. Bir başka rivayete göre suyun rengi Emel Sayın’ın gözlerine benziyormuş. Diğer bir rivayet ise Emel Sayın bir tekne turunda bu koyda yüzmüş ve “çok güzel burası” demiş. Adını vermişler. Nihayetinde adı, Emel Sayın koyu olmuş.
Koy yüzülemeyecek kadar pisti. Teknenin kaptanı “böyle işte” demekle yetindi, çok da umurunda değil gibiydi. Artık şu gerçeği epey gecikerek kabul etmek zorundayız, denizlerimizi öldürüyoruz.
Bir yandan iklim değişiklikleriyle denizlerin doğal yapısı değişirken, bir yandan kontrolsüzce atıklarını denize bırakan teknelerin, kıyılarda kontrolsüz yerleşmenin ve elbette deniz bilinci olmayan toplumun da etkisiyle denizlerimiz elden gidiyor. Emel Sayın Koyu’nda denizin üstünde çok bariz bir yağ tabakası vardı.
Fotoğrafta çok cazip görünen denizin rengine bakmayın. Koydan çıkıp yola koyulduktan sonra, açık denizde, “hemen şurada duralım da yüzelim” dedirtecek kadar güzel bir renkteydi deniz de. Rengarenk yelkenliler çok güzel gözüküyordu.
Üstüne çıkmanın yasak olduğu Tavşan Adası’na yanaşıp da tekne üzerinden tavşanlara baktıktan sonra yola devam ettik ve bu kez “Diş Adası” diye geçen bir yerde durduk. Kayaların şeklinin dişe benzemesi bu adaya bu ismin verilmesine sebep olmuş.
Yine çok temiz olmasa da, Emel Sayın Koyu’nun yanında berrak mı berrak kalan Diş Adası’nda yüzdükten sonra tekrar harekete geçtik. Geçmişte MTA’ya ait olup bugün Orman Bakanlığı’nın kampı olarak kullanılan bölgede de Diş Adası temizliğinde, fakat yine de çok parlak olmayan bir bölgede yüzdükten sonra Manastır Adası’na doğru yola koyuldu teknemiz.
Bu adaya giderken uzakta görünen bir yat dikkatimi çekti. “Savarona’ya ne kadar çok benziyor” dedim. Sonra söylediler ki gerçekten Savarona’ymış. Atatürk’ün “bir çocuğun oyuncağını beklediği gibi beklediği” bu yatın bugün nelerle anıldığını biliyoruz. Yatın müze olarak kullanılmak yerine kiralanarak, Marmaris’lerde açık denizde karşımıza çıkmış olması elimde olmadan içimi acıttı. “Ah” dedim içimden, “kimindi, şimdi içinde kim var kim bilir…”
Manastır Adası, adını tahmin edebileceğiniz üzere, üzerinde bulunan Manastır’dan alıyor. Söylenene göre tüm terk edilmiş yol üstü Manastırları gibi bu Manastır’ın da adı Aya Yorgi Manastırı. Aya Yorgi, Hızır’a karşılık geliyormuş ve genel olarak insanlara ev olan yol üstü manastırlarına koyulurmuş. Bugün bu manastır harabe halinde ve kullanılmıyor.
Manastırın “mozaik işlemeleri” dikkat çekici. Bu bölgede Rusça bir rehberlik yapan teknedeki miçomuza “bunları Türkçe de anlatır mısınız” şeklinde bir talepte bulunduğumuzda bize, “aman siz ne yapacaksınız bunları, ilgi çekici olsun diye uyduruyoruz turistlere, bayılıyorlar böyle hikayelere, şu taşın altında dur dön, dileğin oluyor dedik miydi tamamdır” gibisinden bir cevap aldık.
Manastırı gezdikten sonra aşağı inip denize girdiğimizde “nihayet” dedim. Boğaz gibi bir yerde olmasından mıdır bilmem nihayet rengiyle aldatmayan harika bir denizde yüzebiliyorduk. Böyle denizlere girdiğimde çıkasım gelmiyor, nitekim durduğumuz süre diğer koylarla aynı olmasına rağmen bana az geldi epeyce. Çok güzel bir lacivert tonuyla, suyun rengine de bir kaptırdınız mı hep orada bıraksalar şikayetiniz olmazmış gibi geliyor.
Bu koydan istemeye istemeye ayrıldıktan sonra Selimiye Köyü’nde durduk ve burası da temiz, tatmin edici bir mola oldu bizim için. Selimiye’den sonra artık istikamet tekrar Kızkumu’ydu, bir de Kızkumu’nu görecektik.
Buranın da bir efsanesi var elbet, bu efsaneye göre korsanlardan kaçan bir kız eteğindeki kumları denize saçıyor ve yol yapıyor. Fakat bir süre sonra kumları bitiyor, kumların bittiği yerde yakalanıyor.
Bu bölgede insanların yürütülmesi sebebiyle derinliğin gitgide arttığı ve buranın özelliğinin kaybolmaya doğru gittiği, daha açık bir şekilde yazarsam Kızkumu’nun ölüm döşeğinde olduğu da söylendi. Kısacası bir önlem almak gerekiyor.
Artık herkes kabul etmeli ki Gökova’dan, Göcek’e; Marmaris’ten, Ölüdeniz’e kadar, denizlerimiz kirleniyor ve ölüme doğru gidiyorlar. Acilen harekete geçilmeli. Yoksa çocuklarımız belki o kadar şanssız olmazlar ama torunlarımız Türkiye’de yüzecek deniz bulmakta epey zorlanacaklar gibi.
Leave a reply