Mardin’e yaklaşık bir saat uzaklıkta, Mardin’in ufak bir kopyası var: Midyat… Ülkemizin doğası gereği, maalesef daha çok dizilerle ünlü olmuş durumda. “Bir Bulut Olsam’ın çekildiği konak”, “Aşk Bir Hayal’in çekildiği kuyumcu” gibi tanımlarla geziyorsunuz ilçede. “Bu binanın tarihi nedir, eskiden kime aitmiş” gibi soruların cevaplarını minik rehberlerinizden bulmanızın imkanı yok.
Bunu bilerek giriyoruz Midyat’a, zaten buraya yalnızca birkaç saatlik bir vakit ayırdık. Sonra, Hasankeyf’e doğru yola çıkacağız.
Daha gelir gelmez ilk şoku yaşıyoruz. Gerçi bunu zaten bekliyorduk. Bayramın birinci günü ve elbette her yer kapalı. Kahvaltı için düşündüğümüz (bizim beş yıl önce kahvaltı yaptığımız) Cihan Lokantası dahil, şehir merkezinde bir yer bulamıyoruz. İnsanlara soruyoruz, umut yok, bugün açmazlar. “Yalnızca Süryaniler açar bugün dükkanlarını” diyorlar. Onlar da daha çok kuyumculuk ve şarapçılıkla uğraşıyorlar. Kahvaltı için yer soruyoruz, Grand Estel Otel’i öneriyorlar. Bizim gibi kahvaltı yapacak yer bulamamış bir grup daha var otelin kahvaltı salonunda. Bunu bekliyor olsak bile ben biraz huzursuz oldum, böyle aksiliklerin karşımıza çıkmasında nedense garip bir sorumluluk hissine giriyorum.
Kahvaltıdan sonra Midyat’ı gezme vakti. İki küçük delikanlı düşüyor önümüze ve bir klasik olarak Konuk Evi olarak bilinen yere götürüyorlar bizi. Burası, yine dizilere ev sahipliği yapmış ve balkonundan tüm Midyat’ı seyredebileceğiniz büyük bir konak.
Sahibi tarafından devlete bağışlanan bu konak, bugün bir müze ve seyir noktası olarak Midyat’a gelenlerin en çok uğradıkları yerlerin başında geliyor.
Midyat, Süryaniler’in de daha yoğun yaşadığı bir ilçe, fakat ne var ki ilçede bulunan dokuz kiliseden yalnızca biri bugün faaliyette. Faaliyetini sürdürmeyen kiliseleri gezebilmek için ise şansa ihtiyacınız var, çoğu zaman ziyarete kapalılar. Yalnızca şehrin siluetinde önemli bir yer kaplıyorlar ve siz bunu çarpıcı bir şekilde görebiliyorsunuz.
Bir saate yakın vakit geçiriyoruz konakta, Midyat’ın manzarasını hem fotoğraflıyoruz, hem de zaman zaman önüne geçiyoruz manzaranın.
Konuk evinden çıkınca, küçük rehberlerimiz bizi şehir merkezine doğru götürüyorlar. Süryaniler yavaş yavaş dükkanlarını açmaya başlamışlar. Bir dükkana giriyoruz, içerisinde hem markalı, hem ev yapımı şaraplar satılıyor. Şaraplardan biri, araştırmalarımda adına rastladığım Shiluh şaraplarından. Ev yapımı olanlar ise etiketsiz. Hepsinin tadına bakıyoruz ve Ankara’ya getirmek için ev yapımı şaraplardan almaya karar veriyoruz. (Şişesi: 25 lira).
Bir tane de tadına bakabilmek için Shiluh alıyoruz, amacımız bunu Nemrut’ta günbatımında içmek.
Süryani şarabı, eğer usulünce yapılırsa hiçbir katkı maddesi içermeden, eski usullerle ve çoğunlukla insan gücüyle yapılan şaraplarmış halen ve bir kısmı da mahlep içeriyormuş. Midyat aynı zamanda telkari sanatının da çok güzel örneklerini bulabileceğiniz bir ilçe, biraz merakınız varsa uzun bir zamanı da bunun için harcamayı göze alın.
Bizim ise Midyat’tan ayrılma vaktimiz geliyor. Rotamıza ters bir noktada olduğu için programa almadığımız Mor Gabriel Manastırı’na gitmek geliyor Kerem’in aklına. Manastıra telefon açıyoruz, yarım saat sonra kapanıp, öğlene kadar açılmayacağını öğreniyoruz. Biraz düşünüyoruz gitsek mi acaba diye, sonra zaman kaybetmemeye karar veriyoruz ve yola koyuluyoruz.
Buralara gelmeden önce, Hasankeyf’i ilk görüşümü anlatmıştım Kerem’e. O dönem Diyarbakır’dan Batman üzerinden minibüslerle gelmiştik Hasankeyf’e. Araç geçişinin olduğu köprüden ilk kez baktığımda Hasankeyf’in eski köprü ayaklarına, nefes almayı unutmuştum sanki. Öyle çok etkilemişti beni. Şimdi acaba aynı şeyleri yaşayacak mıyım diye merak ediyordum bir yandan.
Arabayı, gelen ziyaretçiler için ayrılmış bir otoparka park ediyoruz ilk olarak Hasankeyf’te ve oradan bakıyorum Dicle’ye ilk kez. Ah! Etkilenemiyorum, çünkü sinirleniyorum. Dicle’yi doldurmuşlar, köprü ayaklarından birine iskele kurulmuş. Hasankeyf’i bozuyorlar, Hasankeyf’i yıkıyorlar.
Neden?
Bu sorunun cevabını çok aradım oradayken, “restaurant yapacaklar” dedi biri. Orada şart mı böyle bir şeyin olması? O köprü ayağının dibinde de yemek yemeyiversin insanlar, çok mu lazım?
Bu hayalkırıklığıyla tekrar arabaya binip ilçe merkezine park ediyoruz arabayı ve şehrin içine doğru yürümeye başlıyoruz. Beş yıl önce girip rahat rahat gezdiğimiz “iç kale” kapatılmış. Gösterilen sebep, “insanların kafasına kopan kaya parçaları düşebilir…” Asıl sebep ise Hasankeyf halkına göre başka: Gelenleri yıldırmak, ayaklarını çekmek istiyorlar. Fakat bunu başaramamış olacaklar ki, Hasankeyf yine ziyaretçi akınına uğramış durumda.
Bu gelen insanlar ne kadar bilinçliler, ne kadar farkındalar durumun ben emin değilim. Yine de bu kalabalığın orada olması güzel bir şey. Demek ki insanların Hasankeyf’ten haberi var, onlar gidip başkalarına anlatacaklar ve onlar da gelecek. Belki daha gür bir sesle, “Hasankeyf’e sadakat…” diyecekler.
Artık kalenin olduğu tarafa değil de, öbür tarafa tırmanıyor insanlar. Fakat kalenin içine girmeniz de imkansız değil. Asıl girişe kamera koyulduğundan oradan girişinize müsaade edilmiyor, fakat yerel rehberler sizleri görünmez yollardan kalenin içine sokabiliyorlar. Ben size kaleyi gezmenizi, o atmosferi, o mağara evleri, akustiği bugün bile belki planlanamayan sarayı, mezarlığı görmenizi tavsiye ederim.
Kalenin karşı tarafındaki tepeye tırmanırsanız, sizi orada bir kanyon karşılayacak. Kanyonun içinde yürümeniz mümkün. Üstelik bu da az şey değil…
Öyleyse ben size biraz Hasankeyf’ten bahsedeyim, Atlas Dergisi’nin arşivinden.
Hasankeyf’in sırrı tam olarak çözülebilirse, birçok Ortaçağ kenti için ışık olacağı söyleniyor. Bugün yalnızca ayaklarını görebildiğimiz köprü, döneminin en görkemli köprülerinden biri. Hasankeyf tam olarak anlaşılabilirse, mimari ya da sanat tarihi açısından söylenen birçok şeyin yanlış olduğu ortaya çıkacak.
1932 yılında burayı inceleyen Fransız bilim adamı Albert Gabriel, Hasankeyf’e aklı başında bir usta ve birkaç işçinin gönderilmesinin iyi olacağını söyler. Fakat kendisini dinleyen olmaz ve Hasankeyf harabe olmaya terk edilir. 1967 yılında, buradaki halk halen yaşadıkları mağaralardan koparılır. Yeni yapılan evler ise birçok tarihi eseri, simgeleri, harabeleri ortadan kaldırır.
Bir medrese, bir kervansaray, bir hamam, bir camii bu dönemde yok edilir. Şimdi, Hasankeyf altmış yıllık ömrü olacağı öngörülen bir barajın altında kalma tehdidi altında.
Hasankeyf öldürülüyor ve hepimizin gözü önünde devam ediyor bu işlem. Çok uzak bir tarih değil, planlananlar olursa 2015-2016 arasında Hasankeyf yok edilecek ve biz birçok tarihi sırrı öğrenemeyeceğiz bir daha asla.
Canınız yanmadan Hasankeyf’e bakmanız mümkün değil. Kanyonda yaptığımız yürüyüş ne kadar eğlenceli olursa olsun, Dicle’yi seyretmek ne kadar tadına doyulmaz olursa olsun, etrafta hep aynı soru işareti dolaşıyor: Ne kadar ömrü var?
Yürürken, o taşlara basarken, o sokakları dolaşırken aklınızdan oraların suların altında kalacağı geçiyor.
Tepeden inerken, çok güzel bir noktadan Hasankeyf’i fotoğraflıyoruz.
Ramazan Usta’nın yerine gidiyoruz öneri olarak. Şabut Balığı yiyeceğiz. Tüm restaurantlar bu balığı yaptıklarını söylüyor olsalar da, size şabut yerine alabalık da verebiliyorlar. Dolayısıyla yerel halktan öneri almanızı, yiyeceğinizin balığın şabut olduğundan emin olmanızı öneriyorum.
Şabut düzgün yapıldığında çok lezzetli ve daha çok soslanmış olarak servis edilen bir balık. Siz balığın parçalarını yiyorsunuz, zira şabut büyük bir balık. Ramazan Usta’nın Yeri’nde yediğimiz şabut da çok lezzetli bir balıktı.
Balığımızı da yedikten sonra, yapımı esnasında birçok tarihi eserin yağmalandığını bildiğimiz yeni köprünün üzerine çıkıyoruz Hasankeyf’e bir kez de oradan bakabilmek için, benim beş yıl önce ilk kez Hasankeyf’e baktığım noktaya.
Ayrılma vakti geliyor bir kez daha Hasankeyf’ten. Bunu söylemek zor, ama galiba bir kez daha göremeyeceğiz burayı. Benim kurtarılacağına dair bir umudum yok, projeyi kim başlatmış olursa olsun, önüne geleni yıkmayı alışkanlık haline getirmiş bir iktidar döneminde hele, ona laf anlatabilmek, ondan Hasankeyf’i kurtarmasını beklemek hayal gibi geliyor.
Hasankeyf’le vedalaşıyorum o yüzden. Hasankeyf’e son kez bakıyorum ve yola çıkıyoruz.
Kısa bir yolculuğun ardından ulaşıyoruz Malabadi Köprüsü’ne. Köprü tam iki şehrin birbiriyle buluştuğu noktada, Diyarbakır sınırları içerisinde kalmış. “Badi’nin evi” demek Malabadi. Türkülere konu olmuş mutsuz bir aşk hikayesinin görkemli yadigarı.
Hasankeyf konusunda adı geçen Albert Gabriel, Malabadi Köprüsü üzerine de araştırma yapmış ve bu araştırmasında, köprünün altından Ayasofya’nın kubbesinin sığacağını söylemiş. Gerçekten öyle büyük, öyle yüksek bir köprü Malabadi Köprüsü. Bugün yol kenarında, sanki hikayesini bildiği aşktaki gibi, kırık ve dikkat çekmez bir şekilde kaderine terk edilmiş durumda. Ne çok fazla ziyaretçi çekiyor, ne de ortalıkta duruyor. Arabalar yanından gelip geçerken ne kadar fark ediyorlar bu köprüyü acaba?
Biz dahi burada ancak kırk dakika kadar vakit geçirdikten sonra tekrar yola koyuluyoruz hava kararmadan Diyarbakır’a girebilmek için. Ertesi gün Diyarbakır’ı gezeceğiz.
Bayram ve şehirde yine her yerde çatapat atan çocuklar var ve ister istemez bir miktar tedirginlik veriyorlar. Benim hedefim Kerem’in aklındaki ön yargıları yok etmek ve Diyarbakır’dan, aynı benim gibi bu şehre hayran olarak ayrılmasını sağlamak. Fakat ne var ki, bunu yapmaya çalışırken, benim eski ön yargılarım ve korkularım geri geliyor kısmen, çünkü Diyarbakır bu kez bizi güzel karşılamıyor. Bir sonraki yazının konusu…
Not: Kerem Günaydın’ın olduğu belirtilen tüm fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
Sular altında kalmadan önce son bir kez ziyaret etmek borcummuş gibi hissediyorum..
Aynı his bende de var, bir fırsat, imkan yaratıp tekrar gidebilsem keşke…