Karışıklığın Ortasında: Gaziantep

Gaziantep’e geliyoruz, saat akşam 9’a yaklaşıyor. Navigasyonda bir takip hatası yüzünden, ilk önce Karşıyaka’nın arka taraflarında buluyoruz kendimizi ve tekrar yaptığımız bir ayarla geri dönüp, tarihi şehire giriyoruz. Otelimiz, Anadolu Evleri tam da meşhuur İmam Çağdaş’ın arka tarafında. Öyle ki, “İmam Çağdaş, otelin restaurantı” diye dalga bile geçiyoruz yeriyle, kokular otelin avlusunda.

Otelimize yerleşip, doğrudan İmam Çağdaş’a gidiyoruz bir Antep klasiği olarak. Ben henüz hiçbir şey duymuyorum ve kimsenin duymadığını zannediyorum.

Yemeğimiz bir Gaziantep seçkisi… Fındık lahmacundan, simit kebaba, Ali Nazik’ten, içli köfteye… Tabii ki baklava, onca övülen yeri gezmeme rağmen asla yerine koyamadığım İmam Çağdaş baklavası.

Herkesin dilinde ülkedeki olaylar var elbette, biz henüz hiçbir şey bilmiyoruz, bilmediğimizi zannediyorum ben ya da. Bir garson geliyor, “Antep’te de çatışma var…” diyor. Çatışma denilince benim aklıma, polis ve vatandaş geliyor hala. Oysa ki şehrin arka sokaklarında bir iç savaş yaşanıyor.

Kerem’in babası, “duydum ben silah seslerini…” diyor. Ben bir tek ses duymamıştım halbuki, duymamaya da razıydım. Henüz durum yine de o kadar vahim değil benim için, “garson abartıyor biraz herhalde” diye düşünüyorum. Otele dönüyoruz dinlenmek üzere.

Avluda ilk kez duyuyorum, silah sesleri var evet. Üzerimizi değiştirip, biraz avluda oturuyoruz önce. Silah sesleri sürekli tepemizde. Otelin sahibine bakıyorum, işine devam ediyor, bizimle sohbet ediyor. “5 kilometre ötede bu çatışmalar…” diyor sonra ve hayatına devam ediyor. Ben gereksiz mi panikliyorum yani.

Hala silahlar patlıyor.

Bir süre sonra odaya çıkıyoruz. Kerem’le biraz Nemrut’u, Şanlıurfa’yı, Halfeti’yi, Birecik’i konuşuyoruz. Fonda hep silah sesleri. Şanlıurfa’yı çok sevmiş Kerem, benden daha çok. Halfeti’yi ben de sevdim, o da. Ben yine fazlasıyla coşkuyla, Nemrut’u herkesten fazla…

İyi geliyor konuşmak, rahatlıyorum biraz. Kerem’in o “bir şey olmaz” tavrı, bana da güven veriyor. Sonra, bir anda çok yakınımızda sanki, hani birkaç sokak aşağıda gibi bir sesle patlıyor bir şeyler. Ben kalkıp, sanki bir şey yapabilirmişim gibi camdan dışarı bakıyorum. Hiçbir şey görünmüyor, her şey çok normal.

Konumuz bir anda silah seslerine dönüyor, Kerem beni sakinleştirmeye çalışıyor. “Bir şey olmaz” diyor, otelin sahibi, “buralara gelemezler” diyor. Herkes hemfikir, “bir şey olmaz”, ama beni hemen yakınımızda patlayan silahlar rahatsız ediyor, yok sayamıyorum.

Saat geç oluyor ve Kerem uykuya geçiyor. Silahlar hala seslerini duyurmaya devam ediyorlar. Twitter’a, “Gaziantep” yazıyor ve anında pişman oluyorum. Neler oluyor bu şehirde? Bir an önce sabah olsa…

Bir patlama sesi daha epey yakından geliyor, ardından sirenlerini çala çala bir polis arabası geçiyor ve bağıran çağıran insanların sesleri gelmeye başlıyor. Sokakta bu patlayan silahlarla insanlar ölüyor.

Arkadaşlarımla konuşuyorum biraz, hepsi benim kadar paniklemiş durumdalar, bana, “geri dönün” diye yalvarıyorlar. Ben onlarla konuştukça, daha çok gerilmeye başlıyorum. Kulağıma kulaklık takıyorum, bu sefer sanki silah sesleri daha da yaklaşmış gibi geliyor, yapamıyor, çıkarıyorum.

Kerem’i uyandırsam mı?

Otelin kapısı çalıyor. Bir turist kafilesi geliyor, dışarıda geziyorlarmış. “Sabah 9 gibi ineriz kahvaltıya” diyorlar.

Savaş bölgelerinde de böyle mi hayat acaba? Bir yandan hayat böyle rayında devam ederken, öbür yanda insanlar mı ölüyor? Silah seslerinin gölgesinde yaşamaya alışılıyor mu yani?

Arkadaşlarıma, “konuşmayalım” diyorum, “sizinle konuştukça ben daha çok geriliyorum, konuyu kapatalım…”

Epeydir silah sesi gelmiyor sanki, tilki uykusuna geçiyorum, sızıyorum daha doğrusu. Gece boyunca aralıklarla uyanıyorum ve nihayet sabah oluyor. Sersem gibiyim, sıcak bir duş alıp giyiniyor ve Kerem’i uyandırıyorum. Artık çıkma vakti.

İlk durak Katmerci Zekeriya Usta!

IMG_3818
Katmerci Zekeriya Usta

Otelde kahvaltıyı o kadar yoğun yaptık ki, katmer bana fazla geliyor biraz. Neyse ki tüm gün yürüyoruz da, bu kadar çok yemek fazla etkilemiyor. Gerçi kendimizi biraz rahatsız hissediyoruz, fakat şimdi Gaziantep’teyiz, ne yemekten kısmanın, ne de diyetin zamanı.

Öyleyse devam…

Gaziantep Belediyesi tarafından eski hanlar restore ediliyorlar, bunlardan birisi de Gümrük Han. Yaşayan Müze olarak açılmış hizmete, ismindeki iddiayı tam taşıyamasa da, handa bir tek burada olduğu söylenen yarısı daha koyu, yarısı daha açık renkli kahvenin yanı sıra, çeşitli el sanatları dükkanlarını gezebilirsiniz.

Gümrük Han’dan sonra sıra Kale’de, fakat tüm Güneydoğu’da yakamızı bırakmayan bitmek bilmez restorasyonlar, burada da çaldı kapımızı. Maalesef Kale ziyarete kapalı.

DSC_0653
Gaziantep Kalesi – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Biz de mecburen kalenin etrafındaki Kır Kahvesi ve Nabi Hamamı’nı görüp, yukarı doğru yürümeye karar veriyoruz.

DSC_0707
Naib Hamamı – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Ortalık çok sakin, Gaziantep’i gezmeye gelmiş epey insan var sokakta dolaşan. Sanki bir önceki gece hiçbir şey olmamış dersiniz görseniz. Öyle bir normallik… Sanki bu şehir her gece aynı şeyleri yaşıyormuş gibi.

Gaziantep Mutfağı hakkında bilgi veren Emine Göğüş Mutfak Müzesi’ni ve ardından Cam Eserler Müzesi’ni geziyor ve Evirgeç isimli yöresel yemekler restaurantına gidiyoruz.

Menümüz kabak borani, pimpirim (bir çeşit semizotu yemeği), yuvalama, bulgur köfteli çorba, zeytinyağlı dolma, içli köfte ve mumbar yiyoruz. Evirgeç’in ardından ilk olarak iyi hazırlanmış Gaziantep Kent Müzesi’ni geziyoruz ve rotamızı Kurtuluş Camii’ne çeviriyoruz.

Burası 1892’de katedral olarak yapılıyor ve sonrasında camiiye çevriliyor. Mimarisinde katedral geçmişinin izleri çok net görülebiliyor.

DSC_0755
Kurtuluş Camii

Kurtuluş Camii’nin ardından, Kendirli Kilisesi’ne gidiyoruz. Yolumuzun üzerinde Atatürk’ün Gaziantep halkına seslendiği balkon var ve Atatürk’ün seslenişinin hatırası olarak hazırlanmış bir yazı ile caddenin kalabalığını seyrediyor sakince.

Kendirli Kilisesi ise 1860’da yapılmış ve bugün kültür merkezi olarak kullanılıyor.

DSC_0757
Atatürk’ün Gaziantep halkına seslendiği balkon
DSC_0762
Kendirli Kilisesi

Yolumuzun üzerinde Güllüoğlu var, dayanamayıp bir porsiyon baklava yiyoruz, fakat çok hoşumuza gitmiyor. Buradan çıkınca yine yürüyerek Zincirli Bedesten’e devam ediyoruz.

DSC_0771
Zincirli Bedesten – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Biz aslında başka bir yere yemeğe gitmeyi düşünüyoruz, fakat Zincirli Bedesten’de bir esnafa bizi uyarıyor. “Durum sandığınızdan daha karışık, fazla dolanmayın, otelinize gidin…”

Biz de çaresiz dümeni yine otelin özel restaurantı dediğimiz İmam Çağdaş’a kırıyoruz. Neyse, en azından biraz daha İmam Çağdaş baklavası yiyebiliyorum. Yemeğin ardından otele dönüş vakti.

Bir önceki gece gibi değil, ama yine silah sesleri geliyor. Ben bu kez daha sakinim. Kerem’le avluda oturup, biraz tavla oynuyoruz. Gelen sesleri gitgide duymaz oluyorum bu şekilde, bir kez daha geçiriyorum içimden, “insan demek böyle böyle alışıyor her şeye…” diye.

Tavladan sonra ise biraz uyku vakti. Bir önceki gecenin etkisiyle yatar yatmaz uyuyorum. Sabah erkenden çalıyor alarmım, bir amacımız var: Metanet Lokantası.

Gaziantepliler’in klasik kahvaltısı olan Beyran Çorbası’nı içiyoruz. Benim için sabah erkenden bu çorbayı içmek bir mucize, resmen sınırlarımı zorluyorum. Çorbadan sonra, bu kez daha az doyduğumuz için, tekrar Katmerci Zekeriya Usta’ya gidiyor ve katmer yiyoruz. Bu kez daha bir seviyorum katmeri sanki. Sonrasında ise bizimle çorba içmeye gelmeyen Kerem’in annesi ile buluşup Tahmis Kahvesi’ne gidiyoruz.

DSC_0798
Tahmis Kahvesi

Otelle ilişiğimizi kesip, yola çıkmak üzere dönerken, yolumuzu Bakırcılar Çarşısı’ndan geçiriyoruz. Hızlıca geçiyoruz içinden çarşının yalnızca.

DSC_0802
Bakırcılar Çarşısı – Fotoğraf: Kerem Günaydın

Otelden ayrılıp, yola koyuluyoruz. Elbette bu Gaziantep gezisinin en heyecan verici kısmında sıra: Zeugma Mozaik Müzesi.

Gerçekten çok güzel hazırlanmış ve eğer uğramadan ayrılırsanız pişman olacağınız bir müze burası. 2012’de açılmış ve aslında hala koleksiyon tamamlama çalışmaları sürüyor. Taban mozaiklerinden tutun, duvar mozaiklerine ve elbette Büyük İskender olduğuna dair ön görüler bile dolaşan, bilinen adıyla Çingene Kızı’na kadar görmeye değecek bir koleksiyon var bu müzede. Üstelik, en nadide parça olan Çingene Kızı, size çok etkili bir atmosferde sunuluyor.

IMG_3884
Zeugma Mozaik Müzesi

Karanlık koridorlardan geçerek ulaşıyorsunuz Çingene Kızı’nın yanına, size huzur veren bir müzik eşlik ediyor gözlerine bakarken Çingene Kızı’nın. Karanlıktan etrafınızda kimse yokmuş gibi hissederek.

Müzeden çıkınca, müzenin arka sokaklarında bulunan Kebapçı Halil Usta’ya gidip, yemek yiyoruz. Bu kez yemekte, küşleme de var, yumuşacık, çok güzel bir et. Ama bunun dışında abartıldığı kadar başarılı bulmuyoruz Halil Usta’yı.

Gaziantep’ten ayrılma vakti, fakat elbette yapılacak bazı şeyler var. Önce Çavuşoğlu’nda, sonra Çelebioğulları’nda birer porsiyon baklava yiyoruz. Böylece saat 1.30’da beş öğün yemek yemiş oluyoruz. Gaziantep’in yeterince hakkını verdiğimize göre yola koyulabiliriz.

Yol üzerinde Kilis’e uğruyoruz, Kerem’in babasının çocukluğunun geçtiği şehirlerden biri. Çocukluğunda yaşadığı evi ve o dönemden tanıdığı arkadaşını buluyor orada. Birkaç dükkanı ziyaret ediyoruz yine o dönemden tanıdığı insanların işlettiği…

“Ben de” diyorum, “ileride böyle gidip, bıraktığım gibi bulabilirim umarım çocukluğumun evini, insanlarını, sokaklarını…”

Oysa, hayatımın en uzun dönemini geçirdiğim ev yıkıldı bile.

Yolumuz Antakya’ya gidiyor, artık gezimizin son durağı ve son iki günü. Maalesef… Şimdiden kederlenmek için erken, kalan günlerin tadını çıkarmak gerek.

Gidip, önce Harbiye’deki otelimize yerleşiyoruz. Gaziantep’teki o iki gece bana çok ilginç geldi, arayıp merak eden büyüklere, “biz hiçbir şey duymuyoruz” derken, oysa ki her şeyin göbeğindeymişiz gibi geliyordu. Gaziantep’ten dehşet fotoğrafları yollarken herkes bana, ben sadece sesleri duyarak hissediyordum o görüntüleri. Yine de daha zor uzaktakilere, dediğim gibi, biz hayat bitti zannediyoruz, ama devam ediyor her yerde, bir şekilde.

Kerem olan biteni daha normal karşılamaya çalışıyor, zaten o da panikleseydi, muhtemelen çok uzun sürerdi o iki gün Gaziantep’te. Ben de rahatladım, onun rahatlığıyla biraz.

Beğenmiş Gaziantep’i, en çok da yemeklerini. Ben biraz daha değişmiş bekliyordum anlatılanlara göre, ama o kadar değişmiş bulmadım. Bıraktığım gibiydi sanki daha çok. Neyse, şimdi yemek vakti.

Hava yağmurlu ilk kez, neyse ki çok şiddetli değil, çünkü Floransa’yı anlatırken söylemiştim, pek hoş değil aram yağmurlu havalarla. Aleviler’in bayramıymış o gün, Gadirhum… Etraftaki çoğu yer kapalı olabilirmiş o yüzden. Öneri üzerine, Şelale’de bulunan Mozaik Lokantası’na gidiyoruz.

Hatay Mezeleri’ne kavuşma zamanı: Zahter salatası, humus, içli köfte, muhammara, tepsi kebabı…

Ah, bir de rakı.

“Şerefe” öyleyse, “bugüne kadar çok güzel gitmiş geziye, son iki güne…”

Biraz rakıdan kimseye zarar gelmez!

IMG_3908

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *