Diyarbakır…
Bu şehrin adını duyunca, herhalde nötr kalabilen bir insan yoktur. Herkesin kafasında bir şey canlanır. Gazetelerden, haber bültenlerinden eksik olmaz Diyarbakır adı. İlk yazıda söylemiştim, beş yıl önce geldiğimde bu şehre korkuyordum. Bu şehirde kaldığımız ilk gece, bayramdı ve dışarıda tüm çocuklar çatapat atıyorlardı. Bir yandan bağıra çağıra insanlar yürüyordu. Çatapat seslerinin üstüne, bağırtılar da gelince istemsizce kalkıp yataktan dışarı bakmış, sonra nedense odanın dışarıdan görülmeyecek bir köşesine gidip saklanmıştım.
Sonra bu şehirde geçirdiğimiz sürede, kafamdaki tüm Diyarbakır algısı değişti. O insanlar yok muydu? Her girdiğimiz yerde, “hoşgeldiniz” kelimesi büyük bir içtenlikle söyleniyor, restaurantlarda hesap almamaya varacak kadar bir misafirperverlik görüyorduk. “Başım üstüne” en çok duyduğumuz cümlelerden biriydi. Sokakta yanımıza gelen bir dilenciyi, üstelik bizi hiç de rahatsız etmediği halde, etraftaki insanlar toplaşıp el birliğiyle uzaklaştırmışlardı: “Onlar misafir…”
Diyarbakır’da geçirdiğimiz süre içerisinde artık sokaklarda tek başıma dolaşmaya korkmaz olmuş, insanlarla konuşmak için yer aramaya başlamıştım. Burası başka bir şehirdi benim için, Diyarbakır artık benim için şahane, çok güzel bir şehirdi.
Bu yüzden, şimdi gelirken buraya, içimde en ufak bir endişe yoktu. Otele girerken çocuklar yine önümüzde çatapat atıyorlardı, ama bayramdı işte, onlar da bayramı böyle kutluyorlardı. Varsın olsun…
İlk geldiğimiz akşam, otelimizden çıkıp yemek yemeye Dağkapı’ya gittik yürüyerek, yürüyecektik tabii, Diyarbakır’dı burası, bize biri bir şey yapmaya kalksa bile, etraftakiler birleşir, korurlardı bizi, misafirdik biz ne de olsa, ne yapsak, “başım üstüne…”
Ertesi sabah, erkenden kalkıp otelden yürüyerek Hasanpaşa Hanı’na gidiyoruz. Diyarbakır Kahvaltısı yapacağız. Şimdilik hiçbir sorun yok. Kahvaltı mükellef bir kahvaltı, bir kuş sütü eksik derler ya, aynı o cinsten. Üstelik kahvaltı yaptığımız atmosfer de güzel.
Kahvaltının ardından ilk durağımız Ulu Camii. Nedense camiiye konulan resmi tarihi anlatımlarda camiinin kilise geçmişinden bahsedilmemiş pek, daha doğrusu, “iddia ediliyor” şeklinde bir anlatımla, “öyle diyorlar ama, hani biz pek tasvip etmiyoruz bu söylenenleri” dercesine yer verilmiş bu geçmişe. Oysa ki camiinin mimarisine baktığınız anda anlıyorsunuz bu camiinin bir kilise geçmişi olduğunu. Sonradan elbette eklemeler yapılmış, yer yer Arap mimarisine kayan bir şekilde. Fakat bu eklemeler genel yapıyı ve dokuyu bozmamış, göze batan herhangi bir şey yok. Karacadağ’dan gelen ünlü siyah beyaz Diyarbakır taşları ile göz kamaştırıyor Ulu Camii.
Ulu Camii’nin ardından kısa bir yürüyüşle ünlü Dört Ayaklı Minare’ye varıyoruz. Ana cadde üzerinde bir “boks oyunu” kurulmuş. Yoğun bir ilgi görüyor bu oyun, bize ilginç geliyor, insanlar hevesle toplanmış ve bir güç gösterisi olarak sanki bu oyunu oynuyorlar.
Dört Ayaklı Minare ilginç bir yapı, dört ayrı ayağın üzerine oturmuş köşeli bir mimariye sahip. Bu ayakların her biri İslam’daki ayrı bir mezhebi temsil ediyormuş. Biz tam minareyi incelerken, önce hemen yakında bulunan kiliselerden birinin çanı çalmaya başlıyor, Türkiye’de duymaya alışık değiliz. Ardından bir tur kafilesi geliyor, onların peşine takılarak ayrılıyoruz Dört Ayaklı Minare’den.
Yakın civarda iki kilise birden var, biz ilk olarak Marpetyun Keldani Kilisesi’ne gidiyoruz.
Keldaniler, Nasturi adıyla ayrı bir Hristiyan mezhebine sahipken, zamanla Papalık otoritesini kabul ediyor ve Keldani adını alıyorlar. Katolikliği benimsedikten sonra ise dünyanın çeşitli yerlerine dağılıyorlar. Aslında Hakkari nüfusunun önemli bir kısmını oluşturuyorlar zamanında, fakat oradaki aşiretlerin saldırıları neticesinde göç ediyorlar.
Bu kiliseden çıkıp, bir başka kiliseye gidiyoruz. Bu kez bir Ortodoks Kilisesi, Surp Giragos Ermeni Kilisesi.
Ortadoğu’nun en büyük Ermeni Kilisesi olarak kabul edilen bu kilise, tarihin çeşitli dönemlerinde büyük zararlar görüp, hatta yıkılarak yeniden inşaa edilmiş ve en son 2011 yılında restore edilerek ibadete açılmış ve bugünkü haline kavuşmuş. Kilise dönem dönem depo, karargah olarak kullanılmış. 1960 yılında ise Ermeni Cemaati tarafından devralınmış.
Bu noktaya kadar Dört Ayaklı Minare’de karşılaştığımız tur kafilesi ile geliyoruz, fakat artık onların yolları ayrılıyor belli ki, bizim ise İç Kale’yi görmek gibi bir niyetimiz var. Eski Adliye’yi, tarihi surları ve Diyarbakır’ın (o işkencelerle anılan değil) eski cezaevini içerisinde barındıran İç Kale’ye nasıl gitsek diye haritaya bakarken ben öneriyorum: “Şu ara sokaklardan gidelim işte…”
Sanırım şehirde yaptığımız en büyük hatalardan biri bu oluyor. Benim Diyarbakır’dan yana hiçbir soru işaretimin kalmaması sebebiyle gözüm kara olarak girdiğim bu sokaklarda önce her şey güzel başlıyor. Eski bir konakta oturup kahve içiyoruz ve yola öyle devam ediyoruz.
Kiliselere, Ulu Camii’ye yakınken her şey normal, fakat İç Kale’ye doğru yaklaştıkça sokaklar daralmaya başlıyor ve insanlar da bizi korkutmaya. Geri dönmeyi nedense düşünmüyoruz, fakat sokak aralarında tüm çocukların elinde oyuncak silahlar var. Kimisi çatapat atıyor, kimisi plastik mermi. Tüm silahlar sokağa girdiğimiz anda üzerimize doğrultuluyor.
Ben hala çok tedirgin değilim, çocuklara gülümsüyorum. Kerem de öyle gözüküyor, ya da ailesine belli etmemek için öyle gözükmek zorunda hissediyor kendisini. Ailesi ise belli ki gerildi epey. Duvarlardaki yazılar hiç misafirperver değil, bir süre sonra etraftan laf atmalar, sloganlar başlıyor. Bir çocuğun elindeki büyükçe bir silahın bize doğru tutulduğunu görüyorum ve gözümü ondan ayırmadan yürümeye devam ediyorum, Kerem bana “bakma o tarafa” demeye çalışıyor, ama ben anlamıyorum. İç Kale’nin surlarına ulaştık, orası bizi daha da tedirgin etmeye başladı. Bazı çocuklar, “hello” diyorlar, etrafta bizden başka turist kılıklı insan yok.
Adımlarımızı hızlandırarak İç Kale’nin girişine ulaşıyoruz. Kapalı! Günlerden Pazartesi bile değil, ama burası kapalı. Sebebi bilen yok. “Dün açıktı, bugün kapattılar” diyor etraftaki bir grup.
Oradan hemen hızlı adımlarla yürüyerek ana caddeye çıkıyoruz. Meryem Ana Kilisesi’ne gideceğiz, ama yollar daha kısa gözükmesine rağmen bu kez ara sokaklara girmek yok. Tamamen ana arterlerde kalarak devam edeceğiz ve en son mecburen girmek zorunda olduğumuz ara sokaklara uğrayacağız. Şehirde sebebini anlayamadığımız bir gerginlik var.
Yolda kent müzesi olarak düzenlenmekte olan bir eski konağı geziyor, ayrıca bir hediyelik eşya dükkanına uğruyoruz. Kerem ve babası kendilerine Diyarbakır poşusu alıp, başlarına bağlıyorlar. Ben beş yıl önce aldığım poşuyu Ankara’da unutmuştum, hevesleniyor ama o an almıyorum.
Meryem Ana Kilisesi, bir Süryani kilisesi. Diyarbakır’da 20 kişi kalmış yalnızca. İbadete halen açık ve Pazar günleri düzenli olarak ayin yapılıyor. Kilisede görevli papaz yardımcısıyla uzun bir sohbete koyuluyoruz.
Dini eğitimini Deyrulzafaran Manastırı’nda almış. (Beni oraya inzivaya gönderin!) Süryaniler’in Türkiye’ye döndüklerine dair söylenenleri soruyorum, “pek doğru değil” diyor, “yazları gelip birkaç ay kalıyorlar, bunu dönüş olarak yansıtıyorlar, ama sonra kendi evlerine geri dönüyorlar. Artık bir düzen kurdular, temelli buraya yerleşmeleri zor” diyor.
Meryem Ana Kilisesi’nden ayrılıp, ana caddeye doğru yürürken biraz ara sokaktan geçmek zorundayız. Daha önce tavsiyesini aldığımız Sülüklü Han’a gidiyoruz. Etrafta yine laf atanlar ve ellerinde oyuncak silahlarla oynayan çocuklar var. Biz sokağa girdiğimiz an silahlar yine bize doğru dönüyor.
Bir anda Kerem kulağıyla oynamaya başlıyor. Anlıyoruz bir şey olduğunu, ama o sadece, “yürüyün” diyor. Hızlı bir şekilde yürüyerek ana caddeye çıkıyoruz. Orada söylüyor, silahını bize doğru doğrultan çocuklardan biri ateş de etmiş ve plastik mermilerden biri Kerem’in kulağına gelmiş.
Maalesef ön yargılar yok edilemediği gibi, Diyarbakır’ı kafalarında çoktan bitirdiler sanırım artık. Üstelik ben de biraz korkmaya başladım. Yine de çok fazla kafamda bitirmemeye çalışıyorum bu şehri. Hayalkırıklığım büyük. Çok üzgünüm.
Ana caddeden yürüyerek Sülüklü Han’a ulaşıp şarap eşliğinde börek yiyoruz. Bu han, sanırım şehirdeki üniversiteli gençliğin daha çok “takıldığı” bir yer. Pazar yerinin içerisinde, pazar yerinden tamamen farklı bir atmosfere sahip. Kapıda Yaşar Kemal’in Ezidiler hakkında yazdıkları var, sanırım gündeme uygun olarak yeni koyulmuş. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana adlı kitaptan alıntı.
Sülüklü Han’dan çıkınca, tekrar Hasanpaşa Hanı’na uğruyoruz ve dayanamayıp ben de kendime bir poşu alıyorum. Yürüyerek Levent Usta’ya gidip, orada peynirli kadayıf ve künefe yiyoruz. Ardından otele dönüp arabayı alma vakti, hedef Gazi Köşkü ve On Gözlü Köprü!
Her ikisi de Dicle’nin kenarında, şehrin bir iki kilometre kadar dışında bulunuyor. Gazi Köşkü bugün daha çok bir piknik alanı görünümünde. Ağaçların arasında, bir şeyler yeyip içebileceğiniz mekanlar var. İsminin Gazi Köşkü olmasının sebebini anlatmalı burada. Bu köşkte Diyarbakır’a görevli olarak ilk gelişinde kalan Atatürk, köşkü çok beğenmiş ve 11 ay burada kalmış. Cumhurbaşkanlığı döneminde tekrar şehre gelen Atatürk’e, bu çok sevdiği köşk satın alınarak hediye edilmiş 1937 yılında. Köşkün içerisi müze olarak düzenlenmiş ve gezilebiliyor.
Gazi Köşkü’nden Diyarbakır Surları da gözüküyor.
Gazi Köşkü’nden ayrılıp, On Gözlü Köprü’ye doğru devam ediyoruz. Köprünün üzerinde sanırım bir düğün var, insanlar toplanmış halay çekiyorlar. Davul ve zurna da eksik değil bu görüntüden. Köprünün karşı tarafına, tüm Türkiye’de sanırım mimariyi çirkin bir şekilde tek tipleştirmeyi amaçlayan TOKİ binaları dikilmiş ve genel dokuyu bozuyorlar. Köprünün fotoğrafını TOKİ’yi almadan çekmeye çalışırken, binaların kendisinden kaçıp yansımalarına yakalanıyorsunuz. Bir şekilde başarıyorum, ağaçlarla, yeşilliklerle kamufle ederek, Dicle’den fedakarlık yaparak köprüyü fotoğraflıyorum.
Yürüyerek köprünün karşı tarafına geçiyoruz. Orada nehrin kıyısına doğru oturuyoruz, Kerem ve babasının poşusu açılmıştı, uğraşıp, didinip onların poşularını tekrar bağlamayı başarıyoruz ve böylece artık üçümüz de kafamızda poşularla dolaşıyoruz etrafta.
İnsanların çok dikkatini çekiyor bu durum, bizi yabancı turist zannediyorlar ve bizimle fotoğraf çektirmek istiyorlar. Birkaç çocukla fotoğraf çektiriyoruz oturduğumuz noktada.
Hava kararmak üzere ve artık köprüden de ayrılma vakti. Doğrudan otele gidiyoruz. Otelde biraz dinlendikten sonra yemek yemek için, Ofis semtindeki Ciğerci Muharrem Usta’ya gidiyoruz.
Beş yıl önce geldiğimizde de bir bayram günü burada yemiştik yemeğimizi, bayram kalabalığından bizimle pek ilgilenemediklerini söyleyip, bayramdan sonra mutlaka yine gelmemiz gerektiğiniz söylemişlerdi.
Yine bayram, ama burası sanki biraz büyümüş, buna rağmen yine kalabalık. Yemek maalesef çok başarılı gelmiyor bize, sanki bozmuş bir miktar. Bu gezi böyle devam edecek herhalde diyorum, beş yıl önceki yerlerin hiçbiri aynı kalmamış. İlk geldiğimiz akşam ise Dağkapı’da bulunan Ciğerci Remzi Usta’da yemiştik, orası gerçekten güzeldi.
Muharrem Usta da kötü değildi, ama beş yıl önceki lezzetten eser yoktu. Yani, “yarın gene gelip burada yiyelim” hissi yaratamadı üzerimizde.
Muharrem Usta’dan otele gitmek üzere ayrılıyoruz ve etrafı bir anda polislerin sardığını görüyoruz. Bir eylem oluşmuş bir anda, TOMA ve akrepler gelmişler hemen. Arabaya kısa yoldan gidebilmemiz için, bizim eylemin göbeğinden geçmemiz lazım. Fakat bunu yapmamız sanırım mümkün olmayacak. Arka sokaklara ilerleyip önce biraz uzaklaşıyoruz olaylardan ve sonra arabanın olduğu sokağa doğru yöneliyoruz. Sanki kaçışan insanlar var oralarda. Arabaya atlayıp, hemen otele gidiyoruz.
Diyarbakır’dan ayrılmadan bir kez daha künefe yeme isteğimiz var, bu kez Sıtkı Usta’ya gidiyoruz ve beş yıl önce bizi kendine hayran bırakan bu yerin künefesini bitiremiyoruz bile. Sanki her şey sallapati yapılıyor bugün her yerde, ya bayram diye böyle, ya da değişmişler.
Akşam olup da otele döndüğümüzde, bu kez içimden Kerem’e sormak gelmiyor Diyarbakır’ı nasıl buldun diye, “ben senin ön yargıların yok olsun diye uğraşırken, benimkiler geri geldi” diyorum. Ben bir şehrin benim üzerimde bıraktığı etkinin bu kadar değişmiş olmasından dolayı üzgünüm. Kerem, bir daha Diyarbakır’a gelmeyi düşünmüyor bile. Halbuki, ben en çok burası için heyecanlıydım, en çok da Diyarbakır’ı sevsin istiyordum, dönünce herkese anlatsın istiyordum, “Diyarbakır hiç beklediğim gibi değildi” diye, oysa bu cümleyi kuran ben oldum.
Bugün bile üzgünüm ben. Diyarbakır’ı çok sevmiştim, hala da seviyorum. İnsanlarının misafire karşı yaklaşımını, bakışını biliyorum. Ters bir zamanda geldik galiba diye düşünmek istiyorum, nitekim biz ayrıldıktan bir gün sonra olaylar patlak veriyor Diyarbakır’da. Sokağa çıkma yasakları başlıyor, şehre giriş çıkışlar duruyor.
Diyarbakır bu kez iyi karşılamıyor bizi. Olsun, vardır bir bildikleri. Başım gözüm üstüne.
Not: Kerem Günaydın’ın olduğu belirtilen tüm fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
Leave a reply