Sabah güneş açmış neyse ki, biraz geç iniyoruz kahvaltıya, artık biraz yorulmuş durumdayız ve vaktimiz de geniş olunca, birazcık tembellik yapıyoruz. Otelde kahvaltının ardından yola çıkıp Antakya Şehir Merkezi’ne gidiyoruz, ilk durağımız Arkeoloji Müzesi.
Müzenin başka bir binaya taşınma çalışmaları sürdüğünden, eserlerin birçoğu kaldırılmış ve yerlerinde sökülmüş sıvalar var. Bu haliyle müze talan edilmiş gibi duruyor, sanki bir önceki gün hırsız girmiş de her şeyi alıp götürmüş gibi bir havası var.
Ünlü Antakya Lahdi hala yerinde, ama mozaiklerin birçoğu yok. Ayrıca, bahçede bir zamanlar bulunan lahitler de taşınmışlar. Yeni bina açılana kadar müze işlevini kaybetmiş bir nevi kısacası.
Dolayısıyla müzede çok fazla vakit geçirmiyor ve Antakya gezimize başlıyoruz. Müzenin hemen karşısında, Hatay’ın bağımsız bir cumhuriyet olarak geçirdiği dönem Meclis olarak kullanılan bina var. Bugün içerisinde ünlü bir pastane ve kültür sanat merkezi bulunuyor.
Asi Nehri’ni geçerek içerilere doğru ilerliyoruz, Ortodoks Kilisesi kapalı, açılır mı sorusunun cevabı çeşitli, fakat söylenene göre çok uzun zaman önce tadilata giriyoruz diyerek kapılarını kapatmışlar ve bir daha da açılmamış. Üstelik, bir tadilat çalışması da yokmuş.
Çaresiz ilerlemeye devam ediyoruz, Valilik binasının fotoğrafını çekerken iki polis gelip sorguluyor bizi, “ortalık hassas, o yüzden böyle yapmak zorundayız” diyorlar. Çektiğimiz fotoğrafları sildirip, GBT incelemesini yaptıktan sonra ayrılıyorlar yanımızdan. Biz de Protestan Kilisesi’ne devam ediyoruz.
Antakya Protestan Kilisesi, Koreliler tarafından yapılmış ve halen ibadete açık. Ziyarete ise yine kapalıydı… “Bugün Pazar” dediler, “ayin olduğu için ne zaman açılacağı belli olmaz….”
Aynı sorunu diğer kiliselerde de yaşayacağımızı öngörünce bir anda plan değişikliğine gidiyoruz. Samandağ’a gideceğiz… Gitmeden önce Hatay Künefe’de bir künefe yiyoruz, bitiremiyoruz bile, öyle kötü bir künefe…
Yolumuz Samandağ…
Yol üzerinde Aziz Simon Manastırı’na uğruyoruz. Manastır tadilat sebebiyle kapatılmış ve tadilat çalışması bitmesine rağmen Valilik kararı gelmediği için halen açılmamış. Fakat yön tabelalarının hiçbirinde manastırın kapalı olduğu bilgisi yer almıyor ve epey bir yolu yukarı tırmanmanız gerekiyor manastıra ulaşmak için. Bölgenin bekçisi, bu kadar yolu gelmiş olduğumuz için bizi geri çevirmiyor ve manastırı ziyaretimize izin veriyor.
Burası, “Terk-i Dünya Tarikatı” olarak bilinen bir tarikatın merkezi. Tarikatın kurucusu Aziz Simon, uzun zaman kentin dışında kendisini bir hücreye kapatıyor ve sonrasında dağa çıkıyor ve burada yıllarını geçiriyor. Sabrı duyuldukça her yerden Hristiyanlar, çare bulmaya Aziz Simon’a gelmeye başlıyorlar.
Burası uzun zamandır bitmiş olmasına rağmen Valilik kararıyla halen kapalı tutuluyor dedik, eski vali pek iyi tanınmıyor buralarda. Bu asli görevleriyle ilgilenmek yerine, Ali İsmail’i, Abdullah Cömert’i terörist ilan etmekle meşgul olduğundan…
İşin bu noktasında, Gezi Direnişi’ne özel bir yer ayırmak gerekebilir. Antakya, Gezi Direnişi’nde en çok kaybı yaşayan şehir oldu. Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan, Hatay’da hayatlarını kaybettiler. Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz ise Hataylı idi.
Burada Valilik ile ilgili durumları okuyunca ister istemez aklımıza bunlar geliyor. Hatay aslında kardeşliğin simgesi şehirlerden biri Türkiye’de, fakat gezimiz boyunca duyduğumuz ortak kanaat şu ki, Hatay üzerinde oynanıyor. Hatay’ın bu oyunlara gelmeyeceğini söylüyor Hataylılar.
Aziz Simon’dan çok güzel bir manzara da gözüküyor. Bir yanımız deniz, bir yanımız dağlar…
Bizi kapıdan geri göndermeyen bekçiye teşekkür edip, Samandağ’a doğru devam ediyoruz. Samandağ’da özel olarak bir hedefimiz var: Defne Yolu’nda bulunan Vakıflı Köyü.
Musa Dağı’nın eteklerinde yer alan bu köyün nüfusunun çoğunluğu halen Ermeni vatandaşlarımızdan oluşuyor. Köyde bulunan kahvede katıklı ekmek yiyebilir, ya da kahvaltı yapabilirsiniz. Ayrıca köyün halen faal olan kilisesini de ziyaret etmelisiniz.
Yine defne yolunda bulunan Hıdırbey Köyü de, 200 yaşında olduğu tahmin edilen Musa Ağacı diye bilinen çınarı ile ziyaretçi çekiyor.
Bu ağacı da gördükten sonra, biraz nehir kıyısında dolaşıp közde mısırlarımızı yiyerek Samandağ’a iniyor ve Arsuz’a doğru devam ediyoruz. Biraz düşünüp, sahil yolundan gitmeye karar veriyoruz Arsuz’a. Durumdan elbette haberimiz yok, fakat yola girip de bir süre ilerleyince yol epey bozuluyor. Manzara yine şahane, ama ne yolculuk etmesi kolay bu kez, ne de kullanması arabayı. Her şeye rağmen bence, iyi ki bu yoldan gitmişiz yine.
Pratikte durum şöyle, ortada bir yol yok. Sadece yolun yeri açılmış ve çalışmalar devam ediyor. Arabamız neyse ki müsait bu yolu gitmeye, ama 20 kilometre hızı bile zor görüyoruz. Akarsuların, büyük taşların üzerinden geçiyoruz. Taşlar hafif küçüldü mü, “hah” diyoruz, “yol düzeliyor galiba” ve sonrası yine aynı…
Yaklaşık iki saatte varıyoruz Arsuz’a ve bir yere oturup çay içiyor, saat epey geç olmaya başladığından yola devam ediyoruz.
Burası daha çok bir sayfiye yeri, turistik olarak görülecek çok fazla bir şey vaad etmiyor size, ama yol üzerinde dinlenmek için uğranabilir. Güneş batmaya başlıyor ve biz İskenderun’a doğru yola çıkıyoruz.
Denizin üzerinde güneş o kadar güzel batıyor ki, yine bir yerde durup günbatımını seyrediyoruz güneş gidene kadar ve yola devam ediyoruz. İskenderun’a beş kilometre kadar mesafede “Şirinyer” isimli bir restaurantta yiyoruz akşam yemeğimizi.
Ortada bir lagos balığı, yanına bir yandan tanıdık mezeler, kaya koruğu, peynir, salata ve Hatay’da olduğumuzu hatırlatan humus… Yemekten sonra kireçte balkabağı ikram ediyorlar, yine bu bölgelere özgü bir tatlı olarak kabul edilebilir, bizim bildiğimiz balkabağına göre daha farklı pişiriliyor, tadı biraz daha farklı ve daha sert…
Yemekten sonra İskenderun şehir merkezine gidiyoruz, aslında niyetimiz künefe yemek, ama benim öyle bir halim kalmadı. Künefe yemeye takatim yok, Petek Pastanesi’ne gidiyoruz ve ben bu kez yine komik bir şey yapıyor ve tiramisu yemeyi tercih ediyorum. Kerem’in istediği künefenin tadına bakıyorum da, künefe gerçekten güzel. Gündüz yediğimiz rezalet künefeyi unutturuyor. Nitekim, döndükten yaklaşık bir ay sonra Ankara’da düzenlenen Hatay günlerinde tekrar Petek’in künefelerini yiyor ve aynı tadı alıyoruz.
Tatlı faslından sonra, kısa bir yürüyüş yapmaya karar veriyoruz İskenderun sahilinde. Bu fasılda, biraz İskenderun’dan bahsedeyim. Burası, adını Büyük İskender’den alan bir yerleşim yeri, Amanos kıyılarına yaslamıştır sırtını ve daha çok bir liman şehri.
Saat de epey geç olmaya başlayınca Harbiye’ye geri dönüyoruz artık. Artık ertesi gün Antakya’yı gezebileceğimizi umuyoruz.
Sabah 9’da kalkıyoruz bu kez, oteli boşaltıp, eşyaları son kez arabamıza yüklüyor ve Antakya’ya doğru yola koyuluyoruz.
İlk durağımız St. Pierre Kilisesi. Burası Hristiyanlığın ilk ibadet yerlerinden biri olarak kabul ediliyor ve Papalık tarafından hac yeri olarak tanınıyor. Fakat halen tadilatta ve ziyarete kapalı. Kiliseyi göremiyoruz, fakat dağda kayalardan birine oyulduğu söylenen Meryem Ana figürü dikkatimizi çekiyor. Çaresiz tekrar şehir merkezine dönüyoruz.
Bir deprem sonucu yıkılmasının ardından, 1900’de Ruslar’ın desteği ile tekrar yapılan Ortodoks Kilisesi, daha önce bahsettiğim Koreliler tarafından yaptırılmış Protestan Kilisesi bir kez daha kapalıydı.
Dinlerin buluştuğu nokta olarak kabul edilen Kurtuluş Caddesi’nde önce Sermaye Camii’ni görüyoruz, ardından Katolik Kilisesi’ne gidiyoruz. Fakat burası da saat 3’e kadar kapalıymış.
Kerem, “acıktım” diyor, bizim henüz çok bir şey yiyecek halimiz yok ama vakit geçirmek için mecburen öğlen yemeği yemeye karar veriyoruz. Gazetede Vedat Milor’dan okuduğumuz Sveyka’yı tercih ediyoruz bu kez.
Humus, et aşuru (bir nevi keşkek), çorba, katıklı ekmek ve vişne kebabı var menümüzde bu kez. Yemekten sonra önce Sveyka’nın hemen yakınındaki sinagogu ancak dışarıdan görüp ilerliyor ve Katolik Kilisesi’ni görüyoruz, burası da 1852 yılında İtalyanlar tarafından yaptırılan bir kilise.
Kiliseyi gördükten sonra dar Hatay sokaklarından Uzun Çarşı’ya gidiyoruz.
Çarşıdan çıkınca Kerem’in annesi bizden ayrılıyor, biz ise öncelikle bir dükkana gidip bakla ezmesi ve humus yiyoruz. Burada insanların işe giderken yedikleri, Ege’de daha çok fava olarak bilinen bakla ezmesi, burada biraz daha farklı bir usulde yapılıyor olsa da, lezzeti yerinde.
Dükkanın sahibi adamla uzun uzun sohbet ediyoruz, fakat yakalamamız gereken bir uçak da var. Dolayısıyla, bir süre sonra ayrılıyor ve şehir merkezinde bulunan Kral Künefe’de son bir kez künefe yiyoruz. Yine bizi tam tatmin etmiyor, ya bu bölgede künefe anlayışı farklı, ya da bizim beklentilerimiz…
Künefe yedikten sonra Kerem’in annesiyle tekrar buluşup arabaya biniyor ve havaalanına gidiyoruz.
İlk önce check-in işlemlerimizi yaptırıp, elimizdeki yüklerden kurtuluyoruz. Arabayı da teslim ettikten sonra ikinci güvenlikten geçip, uçaklara bineceğimiz kapıların olduğu bölgeye gidiyoruz. Önce Kerem’in ailesinin uçağa alımı başlıyor, vedalaşıyoruz. Sonrasında, Kerem’le birlikte Ankara uçağına biniyoruz.
Genel olarak bir gezi değerlendirmesi ve güzel bir konuşma yapıyoruz uçakta. İkimiz de halimizden mutluyuz, planın genel olarak aksamamış olmasından mutluyuz, yol arkadaşlığımızdan mutluyuz.
Yapabilecek miyiz, neler olacak derken, aylar boyu konuşup nihayet gerçekleştirdiğimiz ve ülkedeki gerilimin stresini de yaşayıp, bizi Ankara ve İstanbul’da bekleyen herkesi meraka sürükleyen bu gezimizden dönüyoruz artık. Üzerimizde şortlar ve tişörtler var. Ankara’da hava soğuk ve yağmurlu oysa.
Görünüşümüzle başka bir dünyadan gelmiş gibi iniyoruz Ankara’ya ve aslında gerçekten başka bir dünyadan geliyoruz. Her gezide olduğu gibi, Ankara’da yeri geldiğinde geçmek bilmeyen 12 gün, burada sanki birkaç günmüş gibi geliyor yine bana. Bu bölge yine iyi geliyor. Anlatması zor…
Gülten Akın anlatıyor benim yerime:
“Darıdan ufağım da
dünya sığar içime
dünyalara sığamam
sığmam oğul
Bulut olsam olurum
Göğe ağsam ağarım
Güzleleri gezerim
Yağamam oğul
Atmacam bukağılı
Ağzında karanfili
Bu yaman çelişkiyi
Çözemem oğul…”
Seyahat etmek önce sizi dilsiz bırakır sonra bir hikaye anlatıcısına çevirir derler. Seyahat etmek en nihayetinde aldı içimdeki tüm hikayeleri, dışıma yansıttı. Fakat bu geziyi anlattığım çoğu yazıda, bir eksiklik duygusu kapladı içimi, hep yetersiz kaldı.
“Ozanım düşe geldim
Dönüp uğraşa geldim
Astım işlek kalemim
Yazamam oğul…”
Yazamam fazlasını lakin, iyi ki yaptık bu geziyi ve iyi ki varlar bu insanlar. Öyleyse, kalkın bu bölgeyi gezin.
Söyledim, ben hepsini yazamam!
Leave a reply