“5 Nisan 1992’de, Saraybosna’nın etrafında, Bosna-Hersek’in başkentinde, 500.000 kişinin yaşadığı bu şehirde, dağlarla kuşatılmış Miljacka Nehri’nin vadisinde, 1984 Kış Olimpiyatları’nın ev sahibinde, Yugoslavya’nın tam da kalbinde, 260 tank, 120 havan, sayısı belirsiz uçaksavar, keskin nişancılar belirdi… Bunlar şehrin herhangi bir noktasından, herhangi bir yeri vurabilirlerdi ve vurdular: sivillerin evlerini, müzeleri, kiliseleri, camiileri, hastaneleri, mezarlıkları, sokakta yürüyen insanları… Her şey bir hedef haline geldi. Şehirden tüm çıkışlar, tüm girişler, kapandı.” (Sarajevo Survival Guide’dan…)
Aklımız Zagreb’de bindik Saraybosna trenine. Kompartımanımıza Slovenyalı bir kadın geldi, sınırı geçene kadar (ki bu epey bir zaman demek oluyor) sohbet ettik. Onun uyumaya pek niyeti yoktu biz susmasaydık, ama dinlenmemiz gerekiyordu, saat 2 gibiydi ki uyuduk.
Sabaha karşı indik Saraybosna’ya. Yan vagondan inen altı kişilik grup, “good morning Sarajevo” diye bağırarak çıktı tren garından. Günlerden pazardı. Postane kapalıydı, hemen orada bulunan bir büfeden çok düşük miktarda paramızı konvertibıl Mark’a (KM) çevirdik, tramvay biletimizi aldık ve eski şehire gittik. Tramvayları epey eski, sabah saatlerinde çok sık geçtiği de söylenemez, uzun süre beklemeniz gerekebiliyor. Fakat şehrin uzak noktalarına dahi tramvayla gidebiliyorsunuz öte yandan.
Haritamız ancak rehberimizdeki kadardı ve nereye gideceğimizi bildiğimi söylemezdim. Hayat Apartments isimli bir otelde yer ayırtmıştık, rehberdeki haritaya ne yapacağımızı bilemez gözlerle bakarken bir adam yaklaştı yanımıza, Türkçe konuştu, gideceğimiz yeri tarif etti, bir de kartını verdi ve ortadan kayboldu. Gidince fark ettik ki bize yanlış yeri tarif etmiş, Hayat Otel’e çıkmıştık. Fakat Hayat Apartments’in hostelworld’deki bilgilerinden biliyordum ki bunlar birleşikti zaten. Ayırttığımız iki kişilik bir odaydı, (geceliği 9 Euro) içeri girdim, nasıl gidebileceğimizi sordum. “Sistem çöktü bizim, dolayısıyla rezervasyonlar kayboldu, size buradan yer verelim, hem banyosu tuvaleti içinde, daha fazla para da istemeyeceğiz, oda yine size özel olacak” dediler ve otelin içinde ayrı bir bölüm olarak ayrılan “Hostel Hayat” içerisinde üç kişilik ama yalnızca iki kişi kalacağımız bir odamız oldu.
Banyomuzu yaptık ve kendimizi dışarı attık. Saraybosna’nın ana meydanında sizi “Sebil” adını verdikleri büyük bir çeşme karşılıyor. Başçarşı adı verilen bu eski şehirin, “Güvercin meydanı” adı verilen kısmında bulunuyor bu çeşme. 1891 yılında yapılmış Sebil. Başçarşı’da bir yerde çok lezzetli börekler yedik hemen ve ardından benim isteğim ilk olarak nehir boyunu gezmekti, oraya doğru yola koyulduk.
Latin Köprüsü… Bu köprünün dünya tarihi açısından çok büyük bir önemi var. Nehrin iki yakasını birbirine bağlıyor evet, ama öte yandan bu köprü Avusturya – Macaristan Arşüdük’ü Franz Ferdinand’ın vurulduğu yer. Hatırlayamayanlar için, bu olay tarih kitaplarında 1. Dünya Savaşı’nın başlangıç sebebi olarak kabul ediliyor. Köprü, şehrin Avusturya – Macaristan mimarisinin yoğunlaştığı kısmında bulunuyor.
Saraybosna’da Başçarşı ve şehrin diğer kısmı kesin bir şekilde birbirinden ayrılıyor, fakat bir yandan da birbirlerine tamamen bitişikler. Avusturya – Macaristan’ın hüküm sürdüğü dönemde, bu imparatorluğun Osmanlı dönemi yapılarını yıkarak kendi mimarisini şehre yansıttığı görülüyor, Osmanlı’dan bugüne kalan Başçarşı küçük bir alan. Avusturya – Macaristan mimarisinin hakim olduğu bölgede bulunan tek Osmanlı evi ise Inat Kuca isimli bir kafe restaurant. Tek başına duruyor nehrin öte yakasında…
Bu köprüyü gördükten ve nehir boyunda biraz yürüdükten sonra Başçarşı’ya geri döndük. Karşımıza çıkan Turizm ofisinden haritamızı aldık ve bir de bize Türkçe Saraybosna rehberi verdiler. Bu bölgede Türkçe bilen de çok, Türkçe bilgiler de. Turizm tabelalarında Türkçe’ye rastlamak olağandışı sayılmıyor.
Hırvatistan’dan sonra Bosna-Hersek’te her şey bedavaymış gibi geldi bize. Örneğin bir bardak 3 Euro, magnetler 1 Euro, koca porsiyon köfte 4 Euro gibi… Başçarşı’dan veriyorum bu fiyatları. Barşçarşı şehrin eski Osmanlı merkezi. Sebil dışında içerisinde altı kubbeli Bursa Bedesten’i, 16. yüzyıldan kalma Başçarşı Camii’sini, çok güzel bir saat kulesini barındırıyor.
Güvercin Meydanı’nda hakikaten adı üstünde, bir güvercin yığını var günün her saatinde. Benim bir hevesim vardır çocukluğumdan kalma, Barış Manço’dan edindiğim. Bir fotoğrafı vardır onun ve bunun aynı zamanda görüntüsü de kullanılmıştır bir klibinde. Güvercinlerin içerisinden yürür, güvercinler etrafında uçar… Fakat gelin görün ki Ortaköy, Eminönü, Kuğulu Park ve Başçarşı… Bu güvercinler uçmuyor benim etrafımda, ne yapsam uçmuyorlar.
Sebil’den caddeye çıkıp, tramvay yolunu takip ederseniz sizi Saraybosna’nın yaralarına götürecek. Şehir merkezinde savaştan görebileceğiniz tek iz onlar hemen hemen. Bir bedestenin karşısında, Papa’nın da ziyaret ettiği kilisenin hemen yanında savaşta saldırıya uğramış büyük bir bina.
Papa’nın ziyaret ettiği Katolik Kilisesi ise 1899 yılında yapılmış.
İETT’nin eski açılımı, “İstanbul Elektrik Tramvay Troleybüs” imiş, biliyorsunuzdur. Bugün de böyle kullanılıyor mu bu açılım, emin değilim. İşte bu troleybüsler, Saraybosna’da hala hüküm sürüyorlar. Nehirin öbür yakasında gidip geliyorlar rotalarında.
Nehrin öbür yakasında, bir sinagoga gidiyor ve elimiz boş dönüyoruz. Oradaki Musevilik Müzesi’ni gezmek niyetimiz, ancak kapalı… Ardından Sarajevsko Bira Fabrikası rotamız. Öncelikle fabrikanın hemen yanındaki St. Anthony Kilisesi’ni geziyoruz. Burası halen konserlere ev sahipliği yapıyormuş. Kilisenin hemen yanında bira fabrikası var. Bu fabrikada bulunan restaurantta isterseniz biraları tadabiliyorsunuz. Biz şehirde cidden rastlamadık, ama Sarajevsko’nun “dark” birasını da ancak burada tadabileceğimizi söylediler. Ben Sarajevsko’yu Efes’e benzettim aslına bakarsanız tad olarak. Nehir kenarında yorulursanız, Atmeydanı Parkı’nda dinlenmeniz için çay bahçesi de var, fakat gücünüzü toplayın ve Başçarşı’ya dönün derim.
İstikamet yeniden Başçarşı… Güvercin Meydanı’nda bulunan bir kafeye oturup, “Boşnak Kahvesi” söyledik. Bu kahve Türk kahvesinin aynısı sayılabilir, cezveyle geliyor önünüze ve fincanda kocaman bir lokum ve şekerler bulunuyor. Kahvenizi nasıl seviyorsanız kendiniz ayarlıyorsunuz.
Kahvemizi içtikten sonra saatimize bakıyoruz, ben “Tünel Müzesi’ne” gitmeyi çok istiyorum, arkadaşım belki biraz daha az hevesli, “nasıl yapacağız” diyor, ben “gitmezsek pişman olacağımı hissediyorum” diyorum ve turizm ofisinden bilgi aldıktan sonra hemen tramvaya biniyoruz. Ilıca diye okunuyor ve “Ilidza” diye yazılıyor. Yol boyunca göreceğiniz binaları izleyeceksiniz Tünel Müzesi’ndeki filmde ve dönüşte başka bir gözle bakacaksınız o binalara.
Yaklaşık yarım saat – kırk dakikalık bir yolculukla ulaşıyorsunuz Ilıca’ya, Başçarşı’dan ve orada indikten sonra otobüse veya taksiye binmeniz gerekiyor. Teorik olarak Tünel Müzesi’nin hemen yanına giden bir otobüs var, fakat bu ancak teoride kalıyor. Siz indikten sonra oraya yakın bir yere giden bir otobüs bulmaya bakmalısınız.
Biz de öyle bir otobüse bindik, indikten sonra bizim gibi Tünel Müzesi’ni arayan İtalyan bir turistle karşılaştık. Bu müze havaalanına çok yakın bir noktada. Zaten kazılan tünel havaalanı arazisine kadar da gidiyor. Bu müzeye ulaşmak için yürüdüğünüz noktalarda hemen hemen tüm evlerde savaş hasarlarını görebiliyorsunuz. Aynı şekilde tramvay yolculuğunuzda da… Şehir merkezinden uzaklaştıkça, Saraybosna’nın yaraları görünürleşiyor kısacası.
Tünel Müzesi, savaş döneminde bir ailenin evinin içinden kazılan ve Saraybosna’yı kurtardığı söylenilen bir tünelin bugün ziyarete açılmış 25 metrelik bir kısmını içeriyor. Tünele girmeden önce size tünelin belgeselini seyrettiriyorlar. Tünelin yapımını, kimler tarafından kullanıldığını, ne gibi bir işlevi olduğunu… Ardından tünelden geçiyorsunuz, çıktığınız nokta da o dönemden kalma gazete küpürleri, müzenin açılışına dair bilgiler ve bir de “1984 Kış Olimpiyatları – 1995 kuşatma altındaki şehir – Saraybosna” posteri… Burada, bindiğiniz tramvayların, geçtiğiniz yolların bombalanışını seyrediyorsunuz. İçiniz ürperiyor…
Her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu söylenen bu coğrafya, acı yüklü ve bu acılar küllenmiş değil. Tramvaya binip dönerken geri, kafamda Saraybosnalı bir kadının söylediği cümle var, rehberimde yazıyor: “Hayat çok sert evet, fakat en azından barış var…”
Leave a reply