“Belki şehre bir film gelir…”

Bu yazıyı yazalı 6 yıl olmuş, 2009 yılında bölgeyle ilk bu kadar yakın temasım… Geçtiğimiz yıl yaptığımız ikinci GAP Turu’nda dediğim gibi, altı yıl önceki bu gezi belki değiştirdi beni. Sıcağı sıcağına bunları yazmışım, bugün yazsam bazı şeyleri daha farklı anlatırdım belki, ama yazıya hiç dokunmuyor, 2009’da yazdığım haliyle paylaşıyorum. 

Yola çıkmalı dedik, gidip görmeli. Yakından bakmazsak bildiklerimiz ne kadar doğru olabilir ki? Okuyarak değil, yerinde görerek fikir sahibi olmanın daha sağlıklı olduğuna inanırım ben, çünkü bazen okumak sadece bir katkı yapar, asıl gidip görünce “biliriz.”

Bu yüzden buradayız, Mardin’deyiz, Diyarbakır’dayız, Hasankeyf’teyiz… Yaşadığımız yere çok yabancı, çok farklı bir yerdeyiz kısacası, ama bir o kadar da tanıdık. Burada “el oğlu-el kızı” olma durumu yok sanki. Herkesin kapısı herkese açık… Sofralarda herkese yetecek kadar yemek var, herkesi doyuracak kadar ekmek. Mardin’de konuştuğumuz tatlıcı da öyle diyor zaten, “biz sinirliyiz aşiret olarak aslında, o yüzden kırgınlıklar çoktur aile arasında, ama misafir söz konusu oldu mu hepimiz bir araya geliriz.”

Daha ilk günden Mardin’in büyüsü sarıyor bizi. Eski zamanlara gitmişiz de oralarda yaşıyormuşuz. Eşeklerle taşıyorlar tüplerini, sularını hala, çünkü sokaklar dar, arabalar giremiyor. Görebildiğiniz her çıkıntıda güvercinler var, pencere pervazlarında, cami minareleri, kilise çan kulelerinde… Canları oralarda durmaktan sıkıldığında dilediklerince uçuyorlar masmavi göğe doğru, Mezopotamya Ovası’nın üstünden süzülüp yeniden şehre dönüyorlar, renk renkler, beyaz güvercin de var, kahverengi de… Kuşların üstünde uçtuğu Mezopotamya Ovası, şehirde yaşayanların her gün gördükleri, aşina oldukları bir manzara. Onlar alıştı mı bilmiyorum, fakat biz orada olduğumuz süre boyunca bakmaya doyamıyoruz. Uçsuz bucaksız bir deniz var sanki önümüzde, cetvelle çizilmiş gibi parsel parsel ayrılmış, rengârenk, ama o sınırlar ne gam?

Kendine özgü adetlerine uyum sağlıyoruz çabucak, normal zamanda üç öğünde yiyeceklerimizi, tek öğünde yiyip bitiyoruz, Mardin’in bol inişli çıkışlı sokakları bize bunun ağırlığını hissettirmiyor ama… Bir de yemekten sonra mırra geliyor her seferinde, sindirmeye de yardımcı üstelik. Tabii mırrayı içmenin de bir usulü var, ilk gün tuzağa düşüyoruz. Mırra masaya konmazmış da biz koymuşuz, öyleyse müstahakmış bize cezası, fincan parayla dolarmış bu kez mırra yerine.

Çaresiz cezamızı ödeyip, çıkıp gidiyoruz, Mardin’in sokaklarına karışıyoruz yine. Kamaşmış gözlerle bakıyoruz binaların dış cephelerine. Sonra bir gün birinin içinden bir kadın çıkıyor, yaşlı sayılır, bayrama birkaç gün var, onun hazırlığında belli ki, temizlik telaşı var. “İyi günler” diyoruz, “kolay gelsin.” O da karşılık veriyor önce, bizim etkilenmiş bakışlarımızı fark edince de, “siz böyle bakıyorsunuz ama, bir de içeriyi görün” diyor bize. “Zar zor düzene soktum evi, mutfak-salon, yaptırdım her yeri ayrı ayrı da, öyle oldu ancak biraz…” Geniş avlular, güvercinli pervazlar ne de güzel saklıyor halbuki o cefaları, orada yaşasak, o evler bizim olsa çok mutlu olacakmışız gibi…

Birçok dil, birçok kültür kaynaşmış şehirde. Türkçe de var, Kürtçe de, Arapça da. “Biz PKK değiliz” diyor hepsi ağız birliği etmişçesine, “bizi yanlış tanımayın.” Çok çekmişler bundan, öyle ki şehirlerine maça gelen futbol takımlarıyla bile kaynaşamıyorlarmış, spor o kaynaştırıcı olması beklenen özelliğinden çok uzakta yani bu topraklarda, gelenler düşman bellemişler bir kere Mardinlileri, terörist demişler, ne yapsalar kıramıyorlar bu ön yargıyı.

Tesellisi yine şehrin kendisinde aslında: Bir de Süryaniler yaşıyor Mardin’de. Ticaretin önemli bir kısmı onlar aracılığıyla gerçekleşiyor, kuyumcuların birçoğu Süryani deniyor, bir de meşhur Süryani şarabı var tabii, ev yapımı… Süryanilik daha çok  “etnik” bir anlam taşıyor, çoğu zaman “din” olarak algılanıyor ne var ki, çünkü Süryaniler çoğunlukla Hristiyanlar ve bu yüzden Süryanilik de Hristiyanlığa bağlı bir mezhep zannediliyor. Bu “farklılığın” hiçbir önemi yok ama oralarda, Süryaniler kendi bayramlarını Müslüman komşularıyla kutluyorlar; Müslüman komşuları onlarlar beraber yumurta boyuyor, Süryaniler de Müslüman bayramlarında çörek yapıp dağıtıyorlar. “Bunun yarısı kadar olabilsek tüm Türkiye’de” dememek mümkün değil. Ne var ki Deyrulzafaran Manastırı’nda tanıştığımız bir Süryani “çoğu gitti Süryaniler’in” diyor, “keşke geri döndürebilsek, ama burası merkez kilise özelliğini kaybetti. Artık çok zor.”

Kültürel bir zenginlik Türkiye için, Mardin için ve çok önemli kuşkusuz, keşke geri gelseler, “ülkenize dönün” diyebilsek. Cemaat azaldığından şehirde iki kilise hizmet veriyor ancak bugün, biri Deyrulzafaran Manastırı, diğeri de Kırklar Kilisesi… Deyrulzafaran Manastırı şehrin dışında, rahipler için bir kaçış yeri, bir tepeden tüm Mezopotamya’ya hakim… Konuştuğumuz Süryani de şehirden canı sıkıldıkça buraya kaçtığını, kitap okuduğunu, burada yattığını söylüyor. Dinlenmek, huzur bulmak için harika bir yer Manastır, gören herkes orada kalmak ister sanıyorum.

Bunların yanında Mardin’in iki tane de kent müzesi var, biri bakanlığa bağlı Mardin Müzesi, diğeri de Sabancı’nın açtığı Sakıp Sabancı Kent Müzesi. İki müze de görülmeye değer, Mardin’in her yeri, her karışı görülmeye değer aslına bakarsanız. Eski Mardin söz konusu olan tabii ki, yeni Mardin’de bildiğiniz apartmanlar, betonarme binalar var. Uzaklaşmak gerek, bizim büyük şehirlerimizde de var bol miktarda onlardan.

Diğer günümüzü Midyat-Nusaybin hattına ayırıyoruz. Midyat, küçük Mardin… Binaları, yapısı, yerleşimi aynı adeta… Dizi turizmi gelişmiş orada da, Sıla orada çekilirmiş, Bir Bulut Olsam, Aşk Bir Hayal, hepsinin çekildiği konaklar gezilerin “doğal” bir üyesi konumuna gelmiş. Bir başka durak ise her zaman kuyumcular, o yöreye özgü telkari gümüş işçiliğiyle yapılmış ürünler satıyorlar. İnce işlenmiş gümüşlere rağbet çok, sırf kuyumcuları gezmek için gelenler var. Halbuki, oralardan çıkıp biraz şehrin içine karışsalar, neler kaçırdıklarını görecekler.

Biz, bu saydıklarımı da içeren Midyat turumuzu yarım günde bitirip bir minibüse atlıyoruz, istikamet Nusaybin. Taş çatlasın on beş kişi alabilecek minibüste yirmi dört kişiyiz, şoförün sol yanında bile bir yolcu var. Tedirgin oluyoruz, sonra şoförün yanındaki yolcu iniyor da birazcık olsun rahatlıyoruz. Böyle bir yolculuğun ardından varıyoruz Nusaybin’e.

Nusaybin, Suriye sınırında bir ticaret ilçesi görünümünde, ertesi gün bayram ve herkes alışveriş telaşında bu yüzden, pazar yerinde bir hengame, bir kalabalık söz konusu.

Küçücük çocuklar hep etrafımızda bu gezi boyunca, Nusaybin’de de, bir eski mezar şehri olan Dara Harabeleri’nde de, Mardin’i gezerken de… Arkeologlar, kaymakamlıklar kitapçık dağıtıyormuş çocuklara ve o çocuklar da kitapçığı ezberleyip bize anlatıyorlarmış. Tatlı kazalar da olmuyor değil, ezberin dışına çıktığınızda şaşırabiliyorlar. Mesela,  “buradaki kilise niye kapalı” diye sorduğumuz bir çocuktan epey düşündükten sonra aldığımız cevap, “çünkü kapalı olduğu için” oluyor, biz de daha fazla ısrarcı olmuyoruz, zira her şey çok net…

Ertesi sabah Mardin’de mahalleleri birbirine bağlayan ve abbara denen  tünel benzeri yapıların birinden geçerken önümüzü bir grup çocuk kesiyor. Bayramımızı kutluyorlar. Fotoğraflarını çekmek istiyoruz, hepsi en havalı pozlarını veriyor. Gülerek, mutlu bir şekilde ayrılıyoruz hepsinden.

Mardin’le de vedalaşma vakti o gün, ama bu hiç kolay değil, ayrılırken “bir daha gelmeliyim buraya” diyorsunuz illa ki. Neyse ki bitmedi bizim için daha, Diyarbakır var sırada. Yalan söyleyemem, Diyarbakır beni korkutuyor önceleri. Gazetelerde okuduğum, televizyonda ana haber bültenlerinde izlediğim Diyarbakır sakin bir şehir görüntüsü vermiyor bana.

Diyarbakır’a gece varıyoruz, yerleştiğimiz otelin camından bakınca surlarla çevrili tarihi bir kent olarak görünüyor Diyarbakır, otelimiz Dağkapı’da… O surlar Bizans döneminde bugünkü şeklini almış, ama temelinin Artuklular’a kadar gittiği söyleniyor. Binlerce yıllık bir geçmiş kısacası söz konusu olan.

Daha geldiğimiz gece ilk maceramızı yaşıyoruz. Bayramın birinci gününü kutlayan çocukların attığı maytapların, “çatapat” silahlarının sesleriyle irkiliyoruz. Sonra oradaki dört günümüzün fonu haline geliyor o sesler, daha az tepki göstermeye başlıyoruz seslere, normalleşiyor bizim için. Gerçek silah sesi de böyle bir şey mi acaba? Kanıksar mı insan, alışır mı, bir kayıtsızlık baş gösterir mi diye düşünüyorum.

Bu duygularla karışıyoruz sabah Diyarbakır’a. Oranın insanı da yörenin diğer tüm insanları gibi çok sıcak, her an yardıma hazırlar. Üstün körü bir yardım sanmayın bu dediğimi, sonuna kadar devam eden bir yardımdan bahsediyorum. Bir yol sorduğunuzda, sizi sorduğunuz yere kendi elleriyle götüren insanların şehri burası.

On Gözlü Köprü’yü soracak oluyoruz mesela ilk gün, bizi minibüslerin olduğu yere kadar götürüyorlar. “İşte buradan bineceksiniz…” Biniyoruz gösterdikleri minibüse ve çok geçmeden istediğimiz yere varıyoruz. Yıllardır orada duran köprünün altından, olanca sakinliğiyle Dicle akıyor. Uzakta şehrin surları gözüküyor tüm ihtişamıyla. Kim bilir kimlerin geçip gittiği köprünün üzerinde bir kez de biz yürüyoruz, adımlarımızı, ayak izlerimizi bırakıyoruz.

Bir süre Dicle’yi seyredip, köprüden ayrılıyoruz. Bindiğimiz minibüsten çok az sonra Gazi Köşkü’nde iniyoruz. Atatürk’ün 1915-1916’da kaldığı köşk burası, bugün çok geniş bir alanda piknik yerleri, lokantalar, çay bahçeleriyle hizmet veriyor. En üstte de Atatürk’ün evi var, çok sevdiği bu köşk, Diyarbakır’ı ikinci ziyaretinde belediye tarafından kendisine hediye edilmiş. Köşkün terasında oturuyoruz, önümüz Dicle, ağaçların arasından surlar gözüküyor…

Şehre dönme vakti… Tarihi hamamlar, camiiler, kiliseler… Şehrin merkezinde tüm heybetiyle Ulu Camii duruyor, Bizans döneminde kilise olarak kullanılan yapı, bazı eklemelerle sonradan camiye çevrilmiş. Ulu Camii de şehirde çoğu binada görebileceğiniz siyah beyaz taşlarla inşa edilmiş. Ulu Camii’nin biraz ilerisinde dört ayaklı minare var. Minare dört ayrı ayak üzerinde yükseldiği için adına öyle deniyor, her bir ayak başka bir mezhebi temsil ediyor. İç kalenin biraz dışında ise bir başka camii yer alıyor, içinde “sahabeler” yatarmış bu camiinin de, fakat alt kattaymış. Bu uyarıyı okumayan insanlar, görünür yerde bulunan Osmanlı paşalarının mezarlarına sürtünüyorlar, duvarları öpüyorlar, sahabe mezarı bile olsa bunu yapmak mantıklı gelmiyor bize, cehalete bin defa daha kahrediyoruz.

Diyarbakır’ın da yemek kültürü gelişmiş. Tava ve ciğer en meşhur yemekleri, Tavacı Recep Usta’yı soruyoruz her turist gibi, “Ankara’ya gitti o, orada açtı dükkânını” diyorlar büyük bir övünçle. Yaşadıkları yeri seviyorlar ama, Ankara’ya, İstanbul’a böyle bir “transfer” yapmaktan da memnunlar. İstanbul’u, İzmir’i görenler var içlerinde, “oralarda yaşanmaz” ana fikri etrafında buluşuyorlar.

Muharrem Usta’ya gidiyoruz biz de, ciğer yemeye. İkram yapmayı çok seviyorlar, yediklerimizin tadı damağımızda kalıyor adeta. “Şişleri çıkaralım mı” diyecek oluyorlar bizi biraz “hakir” görüp, “yok, o kadar da değil” diyoruz. İrmik helvası ünlüymüş, istiyoruz, yok, Muharrem Usta, “size peynirli kadayıf yaptıracağım” diyor, “künefe yani” diyip bekliyoruz. Gelen tatlı künefeden çok farklı, çok daha güzel… Para almamaktan bahsediyorlar en sonunda hesabı istediğimizde, “bizden olsun” diye ısrar ediyorlar, “olmaz” diyoruz, güç bela hesabı ödeyip teşekkür ederek ayrılıyoruz.

Ertesi gün planımızda, ne mutlu ki birçok projeyle gündeme gelip tanınmış bir yer haline gelen, Hasankeyf’e gitmek var. Artık herkesin bildiği gibi bir baraj tehdidi altında yaşıyorlar oradaki insanlar. Hasankeyf’e indiğimizde ilk olarak, yeni yapılmış bir köprünün üstünden bakıyoruz “tarihi köprüye”, başım dönüyor o güzellik karşısında, büyüleniyorum. “Nasıl yok etmeyi düşünebilirler bunu” diyorum, “ başka yere taşısalar da buraya ait o, başka yerde mahzun kalır…” Daha çok göreceğiz bu manzarayı diyip köye adımımızı atıyoruz sonra. Minik rehberimiz İsmail karşılıyor bizi köye girişimizde, anlatmaya başlıyor Hasankeyf’in tarihini. Kaleye doğru tırmanıyoruz bir yandan, kale girişinde “hiçbir gerçek Hasankeyf gerçeğinden daha gerçek değildir. Hasankeyf geçmişin ışığını geleceğe taşıyan Anadolu rengidir. Lütfen bu rengi grileştirmeyelim” yazıyor. Atlas dergisinde yazan “altmış yıllık ömrü olan bir baraj için geleceğinizden vazgeçmeyin” cümlesi geliyor aklıma, ne kadar doğru diye düşünüyorum.

Kapıdan geçip yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Etrafımız mağara evlerle dolu, çok değil, daha kırk yıl önce bu evlerin içinde yaşanıyormuş, İsmail bizi hiç görmediği, anlatılan hikâyelerden duyduğu eski evlerine de sokuyor, o ev şimdi toz toprak içinde bir harabe, bir zamanlar yaşam alanı olduğuna inanmak zor gelse de gerçek. “Burada annemlerin bibloları dururmuş, burada ateş yakarlarmış, burası mutfakmış” diyerek anlatıyor İsmail, sanki orada yaşamış gibi sahiplenmiş “evini.” “Şimdiki evlerimiz küçücük, buralar daha genişmiş” diyor, hayıflanıyor sanki birazcık.

Tırmandığımız yerlerden aşağı bakıyoruz. Sembol haline gelmiş köprüye, durgun akan Dicle’ye. Birazdan oraya inip hayatımızda yediğimiz en güzel balığı yiyeceğiz. Kimi gördüysek, “Dicle’nin balığını yemeden gitmeyin sakın…” diyor hemen. Zaten daha en baştan niyetimiz de o, tepeyi, evleri, sarayı gezip iniyoruz, Dicle kenarına oturup yiyoruz bugüne kadar tattığımız en güzel balığı…

Kaç gündür alışkınız bu duyguya, midemiz reddetse de, “daha da yiyelim, daha çok yiyelim” hevesi bırakmıyor peşimizi. Midemizi dinlemek zorundayız ama, o yüzden gönülsüzce kalkıyoruz ve geldiğimiz gibi minibüsle Diyarbakır’a dönüyoruz. Minibüste genel bir iletişimsizlik problemi var, her durakta inenler binenler tartışıyor, hiçbir çözüm bulunamadan yola devam ediliyor. Böyle bir yolculuğun ardından varıyoruz Diyarbakır’a. Artık son günümüz geliyor, sırada tek bir durak var.

Sonraki sabah bunun için erkenden yola çıkıyoruz, Malabadi Köprüsü’ndeyiz. Genç bir delikanlı geliyor bu kez. Köprünün öyküsünü anlatıyor. “Mala, Kürtçe’de ev demek, Badi de çocuğun ismi. Badi’yle Fatma her gün buluşurlarmış bu köprüde, fakat Fatma’nın babası Badi’ye vermemiş kızını, aşıklar ısrarcı olunca da bir gün köprüde pusu kurup onları öldürmüş Fatma’nın babası, köprü aşklarına mezar olmuş” ve ardından renklendiriyor hikâyesini herkesin bildiği o türküyle, “of, garibim of” diyerek.

Bizim için de oflaya oflaya geri dönme vaktinin geldiğinin habercisi biraz da…  Öğretilenlere, bize gösterilenlere inanmamak lazım, en çok bunu öğreniyorum ben bu geziden. Gidip görmek gerek. Size düşmanlık besleyenler dolaşmıyor sokaklarda, sizi sevmeyenler yok, herkes rahat etmeniz için uğraşıyor, ilgilerini esirgemiyorlar. Gideceğiniz yerlere götürmek, kalacağınız yeri sağlamak, sizi doyurmak, birkaç parça ekmeği paylaşmak istiyorlar. Çok şeyden mahrum kalmış bir bölge, Diyarbakır belki biraz daha gelişmiş, ama yine de içlerinde bir terk edilmişlik hissi var belli ki. Yaşadıkları şehirlerden memnunlar genel olarak, onların şikayetleri şartlardan. Biraz ilgi bekliyorlar, umutlu olmak, geleceğin güzel olacağına inanmak istiyorlar.

Bir de fon müziği var buraların, buralarda tam manasını buluyor şarkı sanki Kemal Burkay’ın dizelerinde: “Belki şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda, iklim değişir, Akdeniz olur, gülümse…”

Belki…

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *