Liman demek, yalnız deniz demek değildir. Bilakis, liman karadır ve karalardaki tesisattır. İstanbul Limanı bu konuda o kadar geri ve iptidaidir ki, liman olmaktan bile uzaktır. Açık konuşalım! İstanbul’da bir liman yoktur.
Ahmet Hamdi Başar – İstanbul Liman Şirketi Umum Müdürü 1929
İstanbul Modern, İstanbul Limanı’nın bir zamanlar bir parçası olan 4 numaralı antrepodaki yerinden anlatıyor bu eski limanın hikayesini. Bu sergi aynı zamanda -neyse ki ve umalım ki geçici olarak- İstanbul Modern’in alıştığımız bu antrepoya vedası. 4 Haziran’a kadar görülebilecek olan Liman’ın sonlanmasının ardından, İstanbul Modern geçici olarak bir başka yere taşınacak.
Bu sergiyi şöyle anlatıyorlar;
Coğrafi bir konum olmanın ötesinde, toplumsal ve ekonomik bir etkileşim alanı olarak liman bölgelerini, görsel sanatlardaki yansımalarıyla araştıran sergi, “liman” kavramının sembolik ve metaforik açılımlarına da yer veriyor. İstanbul kentinin deniz ve limanlarla ilişkisini vurgulayan “Liman”, 19. yüzyıldan günümüze Türkiye sanatında deniz kenarında ve liman çevrelerinde gelişen kültürel ve toplumsal hayatı mercek altına alıyor.
Sergi salonuna girdiğinizde önce sizi fotoğraf sanatçısı Hasan Deniz’in “Tersane” başlıklı serisinden fotoğraflar karşılıyor. Bugün artık işlevlerini yerine getiremeyen bu terk edilmiş tersanelerden fotoğrafları seyrediyorsunuz. Gözünüzü alamadan… Bugün sıkça kullanılan “moda tabir” ile, bir fotoğrafa ne kadar uzun süre bakılabilecekse o kadar uzun bakmak istiyorsunuz. Bu seride Hasan Deniz’in, “kentin eski haliyle arasında beliren sınırları ve yeni ilişkiyi” gözlemlediği belirtiliyor. Sergiyi gezerken hatırlatacaklar, fakat yakın zamanda, bir sabah kalktığımızda yıkılmış bulduğumuz eski Karaköy Yolcu Salonu düşüyor aklıma.
Yıkılmadan önce varlığından bile haberdar olmadığım yolcu salonunun, gazetelerde gördüğüm fotoğraflarından ayrı olarak, bu sergide de gördüğüm görselleri ile ne kadar güzel olduğunu fark ediyorum. Hepimizin suçu yaşadığımız şehirde, burnumuzun dibindeki birçok mirastan habersiz olmamız ve cezamız da o mirasları kaybetmek…
Bana Halepli bir tüccarın, tıpkı Fellini’nin Amarcord filminde gece yarısı ay ışığında İtalya’nın gururu olan transatlantiği seyretmeye gidenlerin yaşadığı gibi, Tarsus’ta bu sahneyi tekrar etmek, sırf bu heyecanı duymak için Suriye’ye jilet yapılmak için getirilmiş eski bir şilebi – bu şilep aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerikan askerlerini kıta Avrupası’na taşımak için modifiye edilerek kullanılmış Frederick C. Murphy isimli gemiydi – tersaneden uygun bir paraya kurtarışını, yıllarca uğraşıp bir transatlantiğe çevirişini, ismini de Suriye Yıldızı koyuşunu anlattığında duyduğum duyacağım en güzel hikayeyi de bana anlatmış oldu.
Antonio Cosentino
Aslında sergi salonuna girer girmez, tavandan iplerle asılı duran bir gemi maketi de çekecek dikkatinizi. Yaklaşın… Bu geminin “alelade teneke kutular” ile yapıldığını göreceksiniz. Üzerindeki yazılar hala belirgin, markalar ve kullanım amaçları görülüyor ve bu gemiyi yapan Antonio Cosentino’nun çocukluğu İstanbul’da geçmiş, Yeşilköy’de. “Limana girerken gelen o kesif lağım kokusu Lima’da, Lazkiye’de, Kahire’de, İstanbul’da, Bombay’da hep aynı kokar, bilirsiniz” diyor limanları ve Suriye Yıldızı’nı anlatırken , oysa bugün İstanbul’un sadece limanında yok o koku, hala bir İstanbul Limanı’ndan söz edilebilirse elbette.
Antonio Cosentino’nun her eserine hikayelerin eşlik ettiği söyleniyor duvardaki bilgi panosunda, yukarıdaki alıntı da bu hikayelerden biri. Bu aslında uzunca bir hikaye, duvara asılı gözde hikayenin tamamını basılı olarak alabiliyorsunuz.
Ve sonra bir geminin kamarasına konuk oluyoruz. Meriç Algün Rinborg’un, denizci olan dedesinin, her yolculuğunun sonunda getirdiği objelerden esinlenerek oluşturduğu bir oda burası. Aslında, bir gemi kamarası, bir evin odası ya da tüm bunlarla beraber bir sergi salonu olma halinden uzaklaşmadan oluşturulmuş burası. En çok dikkatimi elbette, İstanbul’un güzelim vapurlarının bacası ile Şirket-i Hayriye’nin logosunun olduğu bir rakı bardağının olduğu köşe çekiyor. Bu köşenin üzerinde, uçsuz bucaksızmış gibi duran bir denizin ortasındaki arabalı vapurun uzaktan çekilmiş bir resmi eşlik ediyor, arkasında gölge ile somut bir görünüm arasında kalmış şehir silueti.
Dağda bir yürüyüşteyiz. Denizden metrelerce yüksekte… Uzaktan görüp, yaklaşıyoruz gittikçe gördüğümüz nesneye. Olması gereken yerden çok uzakta, karaya oturmuş bir küçük tekne. Artık hareket edemiyor, gidecek yolu kalmamış. O da olursa, bir gün denize kavuşacağı zamanı bekliyor. Şöyle diyor Yasemin Özcan’ın “Karada” isimli bu çalışmasının bilgilendirme panosunda, “(teknenin) deniz ve kara ile kurduğu ilişki biçimi değişmiştir, artık var olma nedeninden, üzerinde yol aldığı, kendini taşıyan sudan ve çizilen kerterizden uzakta, hareketsizdir.”
Neyi hatırlıyoruz?
Bugün genellikle cep telefonlarımıza bile eklenmiş panorama modu sayesinde, çok kolay panoramik fotoğraflar çekiyoruz. Oysa ben çocukken, etrafımdaki herkes, tamamen göz kararı, bir alanı fotoğraflardı tek tek. O film baskıya gidip de, tüm fotoğraflar hasarsız gelirse, işte o zaman parçalar birleştirilir ve ortaya bir panoramik fotoğraf çıkardı.
Bu yöntemin kökeni 1839 yılına dayanıyor(muş). İstanbul’da yaşayan levanten bir aileye mensup olan Pascal Sebah, 1857 yılında İstanbul’da bir fotoğrafhane kuruyor ve öldükten sonra burası oğlu Jean’a geçiyor, Jean Sebah ise İstanbul’da çalışan fotoğrafçı Polycarpe Joaillier ile ortak oluyor ve stüdyonun adı Sebah&Joaillier olarak değişiyor. Bu iki ortak, ne şanslı ki İstanbul’da yaşıyorlar ve İstanbul panoramik fotoğraf çekmeye çok uygun bir şehir. Minarelerin şerefeleri, Galata ve Beyazıt Kuleleri ne güne duruyor? 1890 yılında, çıkarlar Galata Kulesi’ne ve 360 derecelik açının verdiği olanakları kullanarak bir güzel fotoğrafını çekerler İstanbul’un, hem Haliç’i, hem Boğaz’ı, hem de deniz trafiğini görürüz bu fotoğrafta. Bize 1890 yılından, bu şehrin masal gibi bir fotoğrafı kalır.
Konstantinopolis Limanı, dünyanın en büyük limanlarından biridir. Orada aşağı yukarı yüz kadırga ve başka büyük gemiler gördüm, küçük gemilerin sayısı da saymakla bitmeyecek kadar fazlaydı.
İbn Batuta – Seyahatler
Gelelim bu büyük limanın, İstanbul Limanı’nın ve bundan bağımsız düşünülemeyecek İstanbul’un denizcilik tarihinin köşe taşlarına. Serginin sonuna doğru bir duvarda belli başlı dönemeçlerle anlatılıyor bu tarih. Bunlardan iki önemli olaya değineceğim.
İlki için 1811 tarihine gidiyoruz öncelikle. Avrupa’da ilk buharlı vapur üretiliyor. Bugün İstanbul’da halen bindiğimiz vapurlara çok benzeyen, onun “yandan çarklı” ayrı bir modeli sanki. Üzerinden 16 yıl geçiyor, 1827 yılında bunlardan biri olan, Swift adlı vapur İstanbul kıyılarında görülüyor ve İstanbul’da kısa mesafeli vapur yolculukları başlıyor.
Üzerinden 24 yıl geçip de 1851’e geldiğimizde ise Şirket-i Hayriye kuruluyor. Boğaz köylerine (köy tabii) iskeleler inşaa ediliyor, Boğaziçi’nde (ne güzel kelimedir, hep sevmişimdir) vapur sefer sayıları artıyor. Bununla birlikte bu köylerde yaşayan insan sayısı artmaya başlıyor ve bu köyle ister istemez şehir hayatının içine giriyorlar. Cumhuriyet dönemi ile birlikte bu köyler karayolu ile de birbirine bağlanıyor, otobüs seferleri artıyor, Şirket-i Hayriye güç kaybediyor ve 1944 yılında tüm malvarlığı Türkiye Deniz Yolları İşletmesi’ne devrediliyor, 1945’te Türkiye Denizcilik İşletmesi adını alarak tamamen ortadan kalkıyor. Neyse ki bu vapurlar, İstanbul Boğazı’nda eskisi kadar yoğun olmasa da, Marmara Denizi’nin kuğuları olmaya devam ediyorlar. (elbette şu yeni kutu şeklinde olan çirkinlikler değil.)
Ardından, 1871 yılında İzmit – Haydarpaşa arası demiryolu yapılıyor ve 1873 yılında seferler başlıyor. Bu noktada, burada bulunan iskele yetersizleşiyor, bir yandan Kadıköy’de yerleşim artıyor ve 1903 yılında burada bir liman hizmete başlıyor, Haydarpaşa Limanı ve bugün Türkiye’nin üçüncü büyük limanı, aynı zamanda Türkiye’nin dış ticaret hacminin yarısını karşılayan bir merkez.
Ne yazık ki Haydarpaşa’ya artık tren uğramıyor, bir gün bu seferlerin yeniden başlayıp başlamayacağı ise belirsiz. Oysa ki Türkiye’nin en güzel garıdır Haydarpaşa, buradan trene binmişseniz hele zamanında, özlüyorsunuzdur Haydarpaşa’yı.
İstanbul’un kimliğinin ayrılmaz bir parçası olan denize, bir saygı duruşu, bir özlem bence “Liman” biraz da. Bugün hızla denizden kopartılan, uzaklaştırılan, betonlaşan İstanbul’u seyrediyor korkuyla. İstanbul Modern’in çok iyi seçilmiş (tekrar umuyorum ki geçici) vedası.
Bugün bir İstanbul Limanı’ndan bahsetmek ne kadar mümkün emin değilim.Belki Ahmet Hamdi Başar haklıydı ve geçmişte de bir limandan bahsetmek mümkün değildi, ama yine de İstanbul halkı denizden bu kadar kopuk değildi.
Devasa şekilli iskelelerle, her yana örülen inşaat perdeleriyle, doldurulan ve yetmeyip daha da doldurulan, kimi zaman yol, kimi zaman marina, kimi zaman toplanma alanı yapılan meydanlarla, artık gitgide daha zor denize dokunmamız.
Denizin, şu koskocaman deniz de küseğen huyludur, bir küsmeyegörsün, balığının, karidesinin, ıstakozunun zırnığını koklatmaz kimseye, küseğenler iyi huylu olurlar, deniz de iyi huyludur, yüreğinde kin tutmaz, bir gün acıyıverir insanlara, yumuşayıverir, gizlisinde, zulasında ne kadar balığı varsa döküverir ortaya.
Yaşar Kemal
Deniz Küstü
Deniz küstü.
İstanbul Modern Ziyaret Bilgileri
Salı ve Perşembe günleri 10.00 – 20.00 arası, diğer günler 10.00 – 18.00 arası ziyarete açık. Perşembe günleri ücretsiz, Salı günleri ise 16.00 – 20.00 arasında 18-25 yaş arası gençlere ücretsiz.
İstanbul Modern, Tophane’de 4 numaralı Antrepo’da bulunuyor. Kabataş – Bağcılar tramvayından Tophane durağında inerek, ya da Karaköy’e vapurla gelip iskeleden yürüyerek kolayca ulaşabilirsiniz.
Leave a reply