“Yolculuk herhalde insanın en masum ve en güzel tutkularından biridir” diyor Moritz Hartmann ve tarihin başlangıcından beri insanlar farklı amaçlarla da olsa seyahat ediyorlar.
Winfried Löschburg’un Dost Yayınları’ndan çıkan “Seyahatin Kültür Tarihi” isimli kitabı, seyahat düşüncesinin köklerine iniyor ve gezi anlayışının bugüne kadar nasıl geliştiğini gözler önüne seriyor. Biz de madem seyahat etmeyi bu kadar seviyor, her fırsatta yola çıkıyoruz, seyahatin tarihi de elbette bizi ilgilendiriyor. O zaman bu kitabın ışında biz de seyahatin tarihinde bir yolculuğa çıkalım.
“Seyahat etmek” Almanca’da “sefere çıkmak”, “savaşa hazırlanmak” anlamına geliyor ilk dönemlerde ve daha sonra tüm seyahatler için kullanılır olmuş. İlk keşifler ise tacirler aracılığıyla başlamış, onlar bilinmeyen yerlerin keşiflerine ön ayak olmuşlar.
Sonra devamı gelmiş… Sümerliler kayıklarına atlayıp Basra Körfezi’ni geçerek İndus bölgesine dek ilerlemişler. Mısırlı tacirler Lübnan ve Suriye’deki ormanlarda kereste ticaretine başlamışlar. Afrika’nın güney ucunu ilk Fenikeliler turlamış, Bartolomeu Diaz ve Vasco De Gama’dan iki bin yıl önce.
Kraliçe Haçepsut’un eski ticaret yolunu yeniden açmak ve kesintiye uğramış ticari ilişkileri yeniden başlatmak amacıyla İ.Ö. 1482-1481 yılları arasında Afrika’nın doğu kıyısında yer alan Punta ülkesini ziyaretini anlatan rölyefler, bilindiği kadarıyla dünyanın ilk seyahatnamesi kabul edilir.
Sonra İ.Ö. 500’lü yıllarda tarihçi Miletoslu Hekataios’un yolculuğu, ticari bir amaç değil, dünyaya bakış açısını genişletmek amacı taşıyordu. Buradan ortaya çıkan dünya tasviri ise, ilk gezi rehberi olarak kabul ediliyor.
“Yol” kavramı ilk olarak Romalılar tarafından dünyaya tanıtılmış. Ünlü “via Appia” gibi 90.000 km’yi bulan çift şeritli bulvarlar, 200.000 km uzunluğunda arnavutkaldırımı ya da bazalt döşeli yollar, geçitler, viyadükler ve tünellerden oluşan bir ulaşım ağı görülüyor Romalılar’da. Her ne kadar bilgi edinmek amaçlı birçok keşif yolculuğuna çıkmış olsalar da Romalılar’ın bu yolculukları pek bilinmemekteymiş.
Gezi edebiyatını yaratanlar Yunanlılar. Okyanus nerede bitiyor, oralarda yaşayan canlılar neye benziyor, tehlikeler, deniz canavarları ve oralarda yaşayan “eciş bücüş” insanlar.
Roma İmparatorluğu dönemine girdiğimizde seyahat fikri yoğunlaşmaya başlamış, fakat bir süre sonra seyahat dinin hizmetine giriyor ve Ortaçağ karanlığı doğrudan seyahatleri de etkiliyor. Ortaçağ’ın sonlarına doğru ise seyahat tutkusu yeniden canlanmış.
Fransa’da goliard denen gezgin öğrenci ve ozan grupları, durmaksızın dünyayı dolaşır, gittikleri yerde şarkılar söyleyerek para kazanır ve yolculuğa devam ederlermiş. Bu dönemlerde seyahat etmenin cazibesine kapılan biri şöyle diyor: “Basit ve dar görüşlü kişiler memleketlerinden bir yere kıpırdamaz, yüce ruhlu insanlar ise seyahat eder…”
Osmanlı Hakimiyeti’ndeki Güneydoğu Avrupa uzun bir süre seyyahların giremediği bir coğrafya olarak kalmış. Hatta Martin Crusius, İstanbul’da yaşayan Yunan mektup arkadaşına yazdığı bir mektupta, “Atina diye bir şehir hala var mı, doğrusu merak ediyorum” diye sormuş. İşte böyle bir dönemin ardından 17. yüzyıla geldiğimizde “statü için” seyahat dönemi başlamış.
Seyahat etmek mevki sahibi kişilerin eğlence anlayışının bir parçası artık, Roma’nın popülerliği yavaş yavaş sona ermiş ve dönemin en popüler gezi noktalarından biri Paris haline gelmiş. Gezi rehberleri, Prag’ı, Viyana’yı, Floransa’yı, Napoli’yi, Dresden’i önerir olmuşlar. Kaplıcalar sosyetenin buluşma yerleri haline gelmiş. Kısacası bugünkü tanımıyla “sırtçantalı geziler” yerini mevki sahibi insanların yolculuklarına bırakmış. Tüm bunlar olurken seyahat fikrine karşı sesler yükselmeye başlamış.
Bazı kişiler seyahatin dini duygular ve ahlak bakımından tehlikeli olduğunu iddia eder ve fikir alışverişleri sayesinde gelişen özgürlükçü düşüncelerin yaygınlaşmasında seyahatin etkili olduğunu savunur olmuşlar. Tabii ki bir aklıevvel çıkmış ve seyahat için ağır bir vergi konulmasını önermiş. 1686’da Brandenburg Prensi, otuz yaşın altında olup da prenslikten izin almayan kişilerin ülke dışına çıkamayacağına dair bir ferman yayınlamış.
Fakat seyahat fikri bu kadar yayılırken ve yüksek mevkilerin alışkanlığı haline gelirken, seyahat etmenin kolaylaştığı yönünde bir fikir oluşmasın. Karda kapanan geçitler, en ufak bir yağmurda kapanan yollar, çamura saplanıp kalan ve devrilen arabalar… Seyahat etmek hala zorlu. Ne var ki, 18. yüzyılda Fransız kral yollarından esinlenerek yapılan ve Avrupa’nın eyaletlerini Paris’e bağlayan yollar yolculuk fikrine yeni bir ivme kazandırmış.
1780 yılında August Ludwig von Schlözer’in bir yazısı yayınlandı. Bu yazıda, geleneksel eğitim yolculukları yerden yere vuruluyordu. Bir yeri tanımak için, sadece sarayların ziyaret edilmesinin yetmeyeceği, sadece onlara gösterilen yerlerden o yer hakkında bir fikir sahibi olamayacaklarını söylüyordu. İnsanın tanımak istediği bir halkın tüm sınıflarına karışması gerektiğini söylüyordu ve bunları yaparken seyahat konferansları veriyor, insanın seyahat etmesi için ideal yaşın 20-30 arası olduğunu savunuyordu. Bu yazı seyahat dünyasında yeni bir dönemin başladığını ilan eder nitelikte kabul ediliyormuş.
19. yüzyıla geldiğimizde İtalya yeniden moda haline gelmiş ve adeta bir “Italomania” ortaya çıkmış. Ülkenin sanatçılara ilham veren özelliği, seyahatlerin ardından ortaya çıkan resimler, gravürler ile birlikte İtalya’nın insanı etkileyen ve geliştiren bir gücü olduğu keşfedilmiş. Osmanlı Hakimiyetinde olan Yunanistan ise bu ilginin dışında kalarak gününü bekliyormuş.
1835’ten sonra Atina ziyaretçi akınına uğramaya başlamış. Adalarından, anakaraya kadar ülke bir açıkhava müzesine dönüşürken, Yunanistan 19. yüzyılda bir kült haline gelmiş, artık herkes Yunanistan’a hayran ve Akropolis artık gezginlerin akınına uğrar hale gelmiş.
Dünyanın ufkunu genişleten seyahatler de bu dönemde ortaya çıkmaya başlıyor tekrar. Fransız Devrimi, Fransa’yı ilgi odağı bir hale getirirken, Ruslar ülkelerini keşfetmeye başlıyorlar. Sibirya ve Çin sınırına kadar… Carsten Niebuhr’un Arabistan seyahati, Alexander Humboldt’un Amerika seyahati, dünyanın bilimsel açıdan keşfinde bir çığır açıyor.
Bougainville’in Pasifik ziyareti o coğrafyayı ilgi odağı haline getirmiş. James Cook’un Tahiti’ye yaptığı keşif gezisi, Tahiti’yi çarpıtmadan gözler önüne sermiş. Tahiti rüyaları süsleyen bir coğrafya, Claudius bunun şiirini yazıyor, Beethoven bestesini yapıyor. Ama sıradan bir gezgin için Asya, Avustralya, Afrika ve Amerika kıtaları keşfedilmemiş topraklar olarak kalmayı sürdürmüş.
Dönemin seyahat rehberlerinde gezginlerin yanlarına alması gerekenler şöyle sıralanıyor:
– On dört günde bir yeniden doldurulabilen çift namlulu tabanca.
– Otel odalarının kapıları için kilit ve sürgü.
– Katlanılabilir karyola, seyahat yatağı, döşek ve en azından bir tane yatak çarşafı.
Peki nelere dikkat etmek gerekiyor?
– Su katılmış şaraplara, yahni ve yumurtalı yemeklere, diğer yolculara, politik ve dini tartışmalara, fahişelere ve cinsel hastalıklara!
Bu rehberlerden biri, geceyi övmeye başlayınca, o güne kadar gezginlerin hiç sevmediği gece bir anda popüler olmuş. Yine de seyahat etmek hala zor, bir kadın günlüğüne şöyle yazmış: “Çok şükür bu sene seyahat etmek zorunda değiliz…”
Fakat nihayetinde ve neyse ki trenler yaygınlaşmaya başlıyor. Artık seyahat daha ucuz ve daha kolay hale geliyor. artık daha geniş toplumsal sınıflar seyahat edebilir hale gelmişler. Gemiler Avrupa’dan Amerika’ya daha kısa sürelerde ve daha kolay gidilebilmesini sağlamak amacıyla paket programlar başlatmışlar. Artık Viyana’dan New York’a daha hızlı gidilebilir olmuş, seyahat acenteleri yaygınlaşmış.
Ve tabii ki tüm bunlar olurken, beklenen sonuç ortaya çıkmış ve 1878 yılında ilk dünya seyahati Stangen tarafından gerçekleştirilmiş. Bu dünya turu 8 ay sürüyor, Berlin’den yola çıkıldı ve Bremen üzerinden New York’a varıldı. Amerika 54 günde keşfedildikten sonra, Pasifik Okyanusu 18 günde aşıldı. Çin, Hindiçin, Seylan ve nihayetinde Bombay… Ardından Süveyş ve Kahire… Yalnızca 7 kişi katılmış bu dünya turuna ve 11.000 marka mal olmuş. Artık yolculuk hedefleri yaygınlaşıyordu, Eyfel Kulesi inşa edilmiş ve hemen turist çekmeye başlamıştı.
19. yüzyılda nihayet dünyanın son keşfedilmemiş yerleri de keşfediliyor ve ilk gemiyle dünya turu başlıyor. Seyahat artık “her şey dahil” satın alınan bir hale dönüşüyor. Nietzsche bu noktada şöyle diyor, “hayvanlar gibi dağa tırmanıyorlar, budalaca ve ter içinde; biri onlara yolda güzel manzaralar olduğunu söylemeyi unutmuş olmalı.”
1805’te denize giren Seume, “ahlaksız biri” olmadığını kanıtlamaya çalışırken, bundan yaklaşık 10-15 yıl sonra artık deniz tatilleri yaygınlaşmaya başlamış. 1884 yılında ilk hostel kurulmuş, 1912 yılında ilk karayolları haritası yayımlanmış. 20. yüzyılda bir sürat yarışı başlamış, her deniz mili, her dakika önemli sayılır hale gelmiş ve 1912’de Titanic’in batışı tüm bunlara bir uyarı işareti gibi algılanmış.
Montaigne’in sözü bugünü hatırlatıyor bize artık, seyahat etmek bu kadar kolaylaşmış ve seyahat anlayışları bu kadar gelişmişken Montaigne’den bahsederek bitirelim yazıyı. Şöyle demiş:
“Seyahat etmek bu kadar masraflı olmasaydı, daha çok hoşuma giderdi. Yolculuğun masrafı çok ağır ve benim gücüm buna yetmiyor…”