“ve ne istersen…”

Molyvos’ta Eylül’ün kendini hafiften hissettirmeye başladığı serin bir Cumartesi akşamı, inceden bir meltem esiyor. Tavernanın masaları biri hariç dolu, masadakilerin çoğu Türk. Sahnede üç kişiden oluşan ufak bir müzisyen topluluğu bu yüzden olacak, Ege’nin iki yakasının ortak şarkılarını çalıyorlar.

Berduş halde bir kadın geliyor, küt kesimli kızıl saçları, kısacık kot şortu ve askılı kırmızı bluzuyla hiç kimsenin dikkati ona çevrilmemiş bir edayla girip oturuyor boş olan masaya… Garsonlar gidiyor yanına, anlamıyorum ama sonradan görüyorum ki bir şişe uzo söylüyor masaya. Kafası bozuk, belli.

Siparişini verip çantasını bırakıyor ve kalkıyor, sahneye doğru geliyor. Çalan şarkı ne bilmiyorum, ama çılgıncasına dans ediyor. Müzikle uyumlu olup olmaması önemli değil onun için, zeybek oynuyor, dizlerini yere vura vura hem de… Sırtı yere değene kadar uzanıyor dizlerinin üzerinde üstelik, bizler; onun acısının seyircileri, hiçbir şey olmamış gibi yapma başarısını gösteriyoruz. Tavernanın geri kalanında işler çok normal yürüyor. Kalamarlar, ahtapotlar ve envai çeşit mezeler tepsilerle masalara taşınıyor. Anason kokuyor ortalık ve tüm tavernanın kafası dumanlanmaya başlıyor.

Kadın ara sıra yerine oturuyor, her seferinde sigarasını yakıyor, uzosunu bardağa doldurup kafasına dikiyor ve sahneye geri dönüyor. Bir lokma yiyecek yok masasında, sadece uzo ve sigara…

Kimseyle göz göze gelmiyor kadın, sahnede çalan şarkının neşeli ya da hüzünlü olması da mühim değil, o hep aynı acıyla dans ediyor, sabaha kadar devam edebilirmişcesine…

Sonra bir şarkı başlıyor ağır bir tempoyla. Kadın yerine dönüyor, bu şarkıda ona dokunan bir şeyler var. Sahnede şarkıyı söyleyen kadın mutsuz bir edaya bürünüyor, ortak anasonlu içkimiz zaten herkesi o hale sokmaya istekli, hiçbir şey anlamasak da hepimiz aynı kederin ağına düşebiliriz, çok kolay ve hiçbir yerde görülmemiş bir hızla unutup kederimizi, oynamaya başlayabiliriz de.

“Συ μου χάραξες πορεία” diyor kadın, “εσύ γλυκιά, εσύ γλυκιά μου αμαρτία…” 

Si mu harakses poriya, esi glika, esi glika mu amartiya…

Kadın yine sigarasını yakıyor, bilmiyorum kaçıncı, elinde uzosu başını öne eğiyor. Küt kızıl saçları yüzüne düşüyor, şarkıyı belki söylüyor ama biz duymuyoruz. Sadece “amartiya…” kısmı geldiğinde sigaradan kalınlaşmış sesiyle haykırıyor şarkıcıyla beraber.

“Şarkı ne diyor?” diye soruyorum birine, çeviriyor benim için bir kısmını. “bir süredir düşünüyorum” diyor şarkı, “gitmeli miyim kalmalı mı? / bizden geriye ne kalacağını şimdiden biliyorum / sonumuz ne olacak belli / acı, gözyaşı ve daha fazlası / sanırım yine de kalacağım / ve ne olacaksa olsun…” 

Kadının söylediği kısım gelince onun sesine şarkının anlamı karışıyor, “benim yolumu sen çizersin / benim tatlı, benim tatlı günahım…” 

Şarkı bitiyor, sanki yarasına dokunulmuş gibi kalkıyor kadın masasından, çantasını da alıyor bu kez. Yere bakarak ilerliyor hızlı adımlarla, son anda aklına bir şey gelmiş de bir yere yetişmek istiyormuş gibi aceleyle, kimseyle göz göze gelmeden ayrılıyor tavernadan. Acısının gösterisini sunmuş gibi bir edayla terk ediyor ortamı ve kendi perdesini indiriyor. Biz hiçbir şey olmamış gibi tavernadaki gecemize devam ediyoruz, oysa o kadının gölgesi orada asılı duruyor.